27 Şubat 2011 Pazar

Harcama Kaydırıcı Politikalar


Harcama Değiştirici Politikalar
ında ifade edilen toplam harcamalarin hacmi yerine harcamaların bileşimini etkilemeye yönelik bu politikalar arasında şunlar sayılabilir; dış ticaret kısıtlamaları, döviz kontrolü ve kur ayarlamaları.

Dış Ticaret Kısıtlamaları:
Hükümetlerin ithalatı sınırlandırmak için koydukları gümrük tarifeleri, ithal kotaları ve yasaklamalar gibi önlemler bu bağlamda ele alınır. Bunlar yabancı mal ve hizmetlerin ülkeye girişini azaltıcı veya tamamen önleyici etki yaparak döviz giderlerini azaltacak ve dış ticaret açığının giderilmesi açısından katkı sağlayacaklardır. Aslında bu önlemler açıkları doğrudan giderme amacına değil, baskı altına alıp caydırıcı bir etki yapmaya yöneliktir.

Döviz Kontrolü:

Bu araçta, dışarıya yapılacak ödeme akımlarının hükümetler tarafından değişik şekillerde engellenmesi gerçekleştirilir. Döviz kontrolünün en çok uygulandığı alan yurtdışına yapılan sermaye ihracında olmaktadır. Devletler karşılaştıkları dış ödeme açığının düzeyine göre, sermaye ihracına değişebilen ölçülerde kısıtlamalar koyabilmektedir. Döviz kontrolünün daha sert halinde mal ve hizmetlerin ithali için kullanılan döviz miktarları da sınırlandırılabilir. Sonuç olarak, tüm bu uygulamalarda temel amaç, ülkenin toplam döviz giderlerinin kısılarak dış açığın azaltılması veya isteniyorsa tamamen giderilmesidir.

Gerek dış ticaret sınırlandırmaları, gerekse kambiyo denetimi serbest ticaret ve piyasa mekanizması düşüncesine göre karşı uygulamalardır.

Gümrük tarifeleri çoğu mallarda uluslararası anlaşmalarla belirlenir. Doğal olarak ülkeler bunları tek taraflı bildirilerle değiştirmeleri mümkün olmamaktadır. (ülkelerin karşılaştırmalı güçlerinin farkının büyük olması istisna oluşturabilir) Fakat bu durum gümrük tarifelerinin değiştirilmemesinde tek etken olduğu söylenemez. Çünkü bir diğer etken de yapılacak bir gümrük tarife değişikliğine karşılık diğer ticaret ortaklarının misilleme yapması olasılığıdır. (onlarında aynı şekilde kısıtlayıcı önlem alması) Sonuç olarak, gümrük tarifelerinin ekonomik sakıncaları onların bir politika aracı olarak kullanılmasını engellemektedir. Yani ülkelerin bu bağlamda büyük bir serbest davranma lüksüne sahip oldukları söylenemez.

Benzer durum kambiyo denetimi için de geçerli olmaktadır. Kambiyo denetiminin en önemli olumsuz etkisi ülkenin ulusal parasının konvertibil olma (değiştirilebilir)(convertibility) özelliğinin azalması veya tamamen ortadan kalkabilmesidir. Bu durum ulusal paranın “yumuşak para” olarak ifade edilir. Dış açıkların giderilmesi için ulusal paranın konvertibilitesinden vazgeçmek pek akıl kârı bir iş değildir.

Kur Ayarlamaları:

İngilizce olarak exchange rate adjustment ifadesi ile karşılanan bu politika aracı sabit veya istikrarlı kur rejimlerinde uygulanabilmektedir. (serbest dalgalanan kur sisteminde kurlar serbest piyasaya bırakılmaktadır) Böyle bir sistemde bilindiği gibi günümüzde ülkenin parası ya güçlü bir para birimine (dolar, euro gibi) ya da SDR gibi özel olarak oluşturulmuş yabancı paralar sepetine bağlanmıştır. Hükümetler döviz piyasalarına yaptıkları müdahaleler ile kurları sabit veya istikrarlı düzeylerde yani alt ve üst sınırların olduğu bir istikrarlı sistemde sürdürmeye çalışırlar.

Ancak atlanmaması gereken nokta, kur ayarlamalarının uzun vadeli dış açıklar konusunda etkisiz kalmasıdır. Çünkü piyasada sınırsız döviz satma olanağı olmadığına göre ülke, elbet bir gün resmi döviz kurlarını yükseltmek zorunda kalacaktır. Bu durumda kurların aniden yükseltilmesi işlemine devalüasyon, düşürülmesine ise revalüasyon denilmektedir.

DEVALÜASYON hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Para ve Maliye Politikalarının Etkileri Karşılaştırılması

Harcama değiştirici politikalara yönelik yazımızdaki analizlerde para ve maliye politikalarının etkileri uluslar arası mal akımları yönünden, yani dış ticaret dengesi açısından ele alınmıştı. Bu analizler bir bakıma eksik bırakılmıştı. Çünkü bu politikaların ülkeye yabancı sermaye giriş ve çıkışları üzerindeki etkileri dikkate alınmamıştı. Ödemeler bilânçosu dengesi, dış ticaret akımları kadar ülkenin sınır ötesi sermaye akımlarından da etkilenmektedir.

Özellikle günümüzde yaşanan küreselleşme hareketleriyle birlikte, dünyanın belli başlı mali merkezleri arasında büyük bir bütünleşme sağlanmıştır. Artık, yerli fon sahiplerinin yabancı menkul değer satın almaları veya fonlarını yurtdışındaki bankalarda tutmaları oldukça olağan karşılanır duruma gelmiştir.

Bu konuda sermaye sahibinin eğilimini belirleyen ana faktör uluslararası yatırım gelirlerinde oluşan farklılıklardır. Mesela, bir ülkede faiz oranları yükseltilirse (risk düzeylerinin aynı olması varsayımı altında) uluslarası fonlar o ülkeye doğru akmaya başlayacak ve sözü edilen ülkenin sermaye dengesinde fazlalıklarla oluşacaktır. Sermaye dengesi fazlalıkları ülkenin ticaret dengesi açık verse bile, genel olarak dış ödemeler dengesini iyileştirici etkide bulunmaktadır.

Para politikası ile maliye politikasının sermaye bilânçosu üzerindeki etkileri, risk düzeyleri veri kabul edildiğinde bunların yurtiçi faiz oranlarını ne şekilde değiştireceğine bağlı olmaktadır. Modern makro ekonomide, denge milli gelir düzeyi ve faiz oranının belirlenebilmesi için mal piyasası ile para piyasası birlikte hesaba katılmalıdır. Bir faiz oranının denge faizi olabilmesi için, bu faiz oranının hem mal hem de para piyasalarında aynı anda milli gelir dengesini sağlamış olması gereklidir.

Para arzındaki bir genişleme faiz oranlarını düşürücü bir etki doğurur. Bu durum ülkeden sermaye çıkışını teşvik eder.

Tersi durumda, sıkı bir para politikası söz konusu ise, faizleri yükselecek ve ülkeye yabancı sermaye girişini artacaktır.

Sözü edilen durumlarda önemli bir nokta, bahsedilen ülkelerin yabancı sermaye hareketleri tarafından nasıl görüldüğüdür. Faiz oranı farklılıkları birinci derece önem taşımasına rağmen risk analizleri de yabancı sermaye çekmek için önem arz etmektedir. Bu sermaye girişleri ile dış açıkların kapanması mümkün olabilmektedir.

Şüphesiz uluslararası sermaye akımları, faiz oranlarındaki farklılıklar kadar ülkelerin risk düzeylerinden etkilenmektedir. Siyasal ve ekonomik açıdan riskli ülkeler yüksek faizler sunsalar bile yatırımcılar tarafından tercih edilmezler.

Faiz oranlarında gerçekleşen bir artış sonrası beklenen durum; yatırımların kısılması ve neticesinde toplam harcamalarda ve milli gelirdeki düşüşler olarak ortaya çıkar.

Eğer ülke dış açıkla birlikte işsizlik içerisinde bulunuyorsa, sıkı bir para politikası dış denge üzerinde olumlu, iç denge üzerinde olumsuz etkiler doğuracaktır. Dolayısıyla bu durumda iç ve dış denge amaçları arasında bir çelişki mevcuttur.

Diğer taraftan ekonomide bir dış açık ile birlikte, enflasyon sorunu olmuş olsaydı; hem para politikası hem de maliye politikası daraltıcı uygulanarak, iç ve dış denge üzerinde olumlu sonuçlar elde edilebilir. Aynı anda çözüm mümkün olabilmektedir.

Para arzı sabitken bir ekonomide genişletici mali politika uygulanması faiz oranını yükseltici, daraltıcı mali politika uygulanması da faiz oranını düşürücü yönde etkileyecektir. Bu beklenen bir sonuçtur. Çünkü, örneğin kamu harcamaları arttırılması ve vergilerin azaltılması durumunu ele alalım. Bu durumda toplam talep ve dolayısıyla, ekonominin eksik çalışma içinde bulunması varsayımı altında, milli gelir yükselecektir. Yükselen bir gelir düzeyinde ise bireyler gerekli harcamaları yapabilmek için daha büyük ölçüde nakit paraya ihtiyaç duyacaklardır. (reel para talebi artışı) Bunun anlamı faizlerin yükselmesidir.

Eğer ekonomi işsizlik içinde bulunuyorsa bu kez kamu harcamalarının arttırılması bu sorunu çözüme kavuşturabilecektir. Diğer yandan faiz oranlarında meydana gelecek yükselme, ülkeye yabancı sermaye girişini özendirecek ve dış dengeyi etkileyecektir.

Eğer işsizliğin yanında dış açık sorunları da varsa, genişletici bir mali politika hem iç (işsizliğin azaltılması) hem de dış (ödemeler bilançosu) dengenin aynı anda sağlanması yönünde fayda sağlayacaktır.

Oysa işsizlik yanında ekonomide dış fazla sorunu varsa, o durumda üstte bahsedilen çelişki söz konusu olacaktır. (iç denge sağlanırken, dış denge olumsuz etkileniyor)

Bu çelişkili durumlardan kurtulmanın yolu her politika aracını en etkili olduğu amaç doğrultusunda kullanmaktan geçer.

Örneğin, *mali politikanın genellikle iç talebe yüksek derecede katkıda bulunduğu, faizleri değiştirerek sermaye akımlarını etkileme rolünün ise daha önemsiz olduğu bilinmektedir. Bu açıklamalara istinaden anlaşılıyor ki, maliye politikası iç dengeyi sağlama amacına yönelik kullanılması tercih edilmelidir.

*Para politikası ise faiz oranlarını değiştirerek sermaye giriş ve çıkışlarını etkilemede daha büyük role sahiptir. Diğer yandan faizlerin bu şekilde değiştirilmesinin yatırım harcamalarını teşvik etme ve caydırma konusunda daha az etkili olduğu söylenebilir. Bu bilgiye dayanarak söylenebilir ki, para politikasının dış denge açısından kullanılması tercih edilmelidir.

Bu durum karşısında “tahsis kuralı” adı verilen üstteki bilgiler ışığında, maliye politikası iç ekonomik denge, para politikası da dış ekonomik denge amacıyla uygulanmalıdır. Bu doğrultuda belirlenecek politikayla iç ve dış denge arasındaki çelişkinin giderilmesi bir nebzede olsa mümkün olabilmektedir.

Dış Ödemeler Denkleştirme Politikaları

Dış ödeme dengesizliklerini gidermeye yönelik olarak hükümetlerin aldıkları kararlara ve yaptıkları uygulamalara “denkleştirme politikaları” (adjustment policies) denilmektedir. Denkleştirme politikaları durumunda, önceki yazılarımızda bahsettiğimiz otomatik denkleşme mekanizmalarından farklı olarak hükümetlerin bir dış açık veya dış fazlayı gidermek için iradi kararlar almaları söz konusudur.

Denkleştirme politikaları, otomatik denkleşme mekanizmalarının işleyişine izin verilmediği veya bu mekanizmaların çok yavaş işlediği durumlarda zorunlu olarak uygulanmaktadır. Bir dış açık veya fazla olarak vuku bulan dengesizliklerde, otomatik mekanizmalar derhal işlemeye başlar. Bunların içinde ilk harekete geçen kur mekanizmasıdır.

Örneğin, bir dış ödeme açığı durumunda, döviz kuru yükselmeye başlayacaktır. Tabii ki eğer istikrarlı veya sabit kur politikaları izleniyorsa, dış dengesizliği giderecek ölçüde serbest kur değişikliklerine izin verilmemektedir. Kur değişmeleri engellendiğinde diğer otomatik mekanizmaların devreye girmesi beklenmektedir. Bunlardan bir bölümü para politikasına dayanır. Ancak hükümetler bazı durumlarda para arzının ödemeler bilânçosu dengesizliklerine bağlı olarak değişmesini istemezler, merkez bankası müdahaleleri ile bu etkileri kısırlaştırabilir. Para arzındaki değişmelerin tamamen önlenmesi tersi durumda ortaya çıkacak olan fiyat ve faiz oranı değişmeleri ile bunların dış dengeyi sağlayıcı etkilerinin önlenmesine neden olabilmektedir.

Tüm bunlara istinaden, gerek serbest kur gerekse parasal denkleşme mekanizmaları engellenince, geriye Keynes’in gelir değişmeleri mekanizması kalmaktadır. Bunun da arzu edildiği şekilde, kısa süre içinde dış dengeyi sağlaması olanağı oldukça sınırlıdır. İç para arzında değişmeye izin verilmeyen bir ortamda gelir mekanizmasının etkin bir şekilde işlemesi de şüphelidir. Gerçekten de eğer yüksek gelir düzeylerini destekleyecek ölçüde para arzı arttırılmazsa faiz oranı yükselecek, yatırımlar düşecek ve sonuç olarak da gelir artışı çok sınırlı kalacaktır.

Özetle, otomatik denkleşme mekanizmalarının işleyişi hükümet yetkilileri tarafından engellendikçe dış ödeme açıkları sürecektir. Bu da sınırlı olan döviz rezervlerinin tükenmesi tehlikesini doğurmaktadır. Böyle bir ortamda hükümetler dış dengeyi sağlamaya yönelik önlemler alma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu baskılara fazla dayanma imkanı kalmayınca sabit tutulan kurlarda bir ayarlamanın yapılması gibi veya diğer denkleştirici politika önlemlerine başvuracaklardır.

Bir dış ödeme fazlası ilke karşılan ülke, dış açık kadar ağır baskı altında olmaz. Ancak dış ödeme fazlalarının ulusal para arzında yarattığı artışlar her zaman ülkede enflasyonu azdıran etkiler doğurabilmektedir.

Kısacası, dış ödeme dengesizlikleri uzun süreli olması durumunda hükümetlerin denkleştirici politika önlemleri almalarında zorunluluk vardır. Denkleştirici politikalar “Harcama Kaydırıcı” (expenditure-switching) politikalar, “Harcama Değiştirici” (expenditure-changing) politikalar ve döviz gelirlerini arttırmaya yönelik politikalar olmak üzere 3 e ayrılabilmektedir.

Harcama kaydırıcı politikalarda, *toplam harcamaların yerli ve yabancı mallar arasındaki dağılımı üzerinden yapılan değişikliklerle dış ödeme dengesizlikleri giderilmeye çalışılır. Yani bir dış açık durumunda harcamaların ithal mallarından yerli mallara doğru kaydırılması gereklidir. Dış ödeme fazlası durumunda ise, tam tersi söz konusudur.

Harcama değiştirici politikalarda ise *amaç, harcamaların toplam hacmi (mill gelir) daraltılması veya genişletilmesi aracılığıyla dış dengenin sağlanmasıdır. Yani, toplam harcamaların dış açıklar karşısında azaltılması, dış fazlalıklar karşısında da genişletilmesi söz konusudur. Son grup politikalarda ise, *gerek ihracat gerekse öteki döviz kazandırıcı işlemlerin özendirilmesi yoluyla dış açık veren ülkelerde dengenin sağlanması amaçlanmaktadır.

Harcama Değiştirici

Harcama Kaydırıcı

Devalüasyon


başlıklara tıklayarak sözü edilen konular hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz.

Harcama Değiştirici Politikalar

Harcama değiştirici politikalar, toplam harcamaların hacmini aşağı ve yukarı yönde etkileyerek dış dengeyi sağlama amacına yöneliktir. Hükümetlerin bu konuda kullanabilecekleri araçlar, “para politikası” ve “maliye politikası”dır.

Dış ödeme açıkları durumunda daraltıcı bir para ve maliye politikası aracılığıyla toplam harcamalar azaltılır. Dış ödeme fazlası durumunda ise sözü edilen politikalar toplam harcamaları genişletici şekilde uygulanırlar.

Para Politikası
Para politikasının araçları, merkez bankasının uyguladığı açık piyasa işlemleri ile bankaların kredi karşılıkları ve reeskont oranlarından oluşmaktadır.

Not: Reeskont; kısaca kırdırılmış bir senedin, tekrar kırdırılması işlemidir. Yazımızda bankalarca iskonto edilmiş bir senedin, merkez bankasınca tekrar iskonto edilmesi (re-iskont) ifade edilmiştir. Reeskont oranları da merkez bankası tarafından belirlenir ve ticari bankaların merkez bankasından ödünç alma eğilimlerini düzenler. Oran düşükse, ödünç alma isteği artarken, oran yüksekse ödünç alma eğilimi azalır.

Bir dış açık durumunda merkez bankası bu araçları daraltıcı etki bağlamında uygular. Söz konusu uygulamaları şöyle özetleyebiliriz: Önce, bankaların mevduat fonlarına dayanarak açacakları kredilerde, tutmaları gereken “karşılık oranları” (required reserve ratio) mevduat munzam karşılıkları yükseltilir. Bu durum kredi hacmini daraltacaktır.

Ayrıca ticari bankaların ellerindeki senetleri yeniden iskonto için merkez bankasına gönderdiklerinde bunlara uygulanan faiz, yani reeskont oranları (rediscount rates) arttırılır. Sonuç olarak, bankaların reeskonta başvurma yüzdesi azalacaktır ve doğal olarak kredi verirken kullanabilecekleri fon miktarları da buna bağlı olarak azalacaktır.

Günümüzde yaygın olarak kullanılan bir başka araç da açık piyasa işlemleridir. (open market operations) Bu ekonomi aracının işleyişi şöyle olmaktadır; merkez bankası para arzını kısmak istediği zaman doğrudan sermaye piyasasına girmektedir. Burada hazine bonosu ve devlet tahvili satışı yapacaktır. Sonuç olarak kişi ve şirketlerin ellerindeki nakit fonları azalacaktır. Bu durumda bankalarda tutulan mevduat hesapları da azalacağı için, kredi mekanizmasının tersine işlemesi nedeniyle para arzı toplam olarak birkaç kat daralacaktır.

Üstteki açıklamalara dayanarak gerçekleştirilen para arzının daraltılması, faiz oranlarını yükseltecek yani borçlanmayı pahalılaştıracaktır. Faizlerin yükselmesi ve ödünç alınabilecek fonların azalması doğal olarak yatırımları ve öteki harcama akımlarını daraltmaktadır. Toplam harcamalardaki bu düşme ise çoğaltan mekanizmasında tasarlandığı gibi, tüm ekonomiye yayılarak milli gelir ve çalışma düzeyini düşürecektir. Milli gelirin daraltılması da bir taraftan ithalatın azalması, diğer taraftan iç tüketimin azalması anlamına gelmektedir. Bu durum ülkenin üreticileri açısından ihracata yönelmeyi getirecektir. Nihayetinde, bütün bu gelişmelerin sonucu olarak ülkenin dış ticaret bilânçosundaki açığın giderilmesi bağlamında bir etki oluşmaktadır.

Bir dış ödeme fazlası durumunda ise *para politikası araçlarını üstteki açıklamanın tersi yönde düşünmek gerekir. Yani, banka karşılıkları ile reeskont oranları düşürülür ve merkez bankası açık piyasa işlemlerine girerek sermaye piyasasında menkul kıymet satınalır. Böylece ödünç verilebilir fon arzı artacak ve faiz oranları da bu oranda düşecektir. Bu durum yatırımları ve diğer harcamaları arttıracak ve çoğaltan mekanizması ile milli gelir yükselecektir. Artan milli gelir sonucu ithalat genişler ve ihracat azalır (iç tüketime odaklanmak) ve sonuç olarak dış ticaret bilânçosunda varolan fazla eritilmiş olur.

Ekonomik faaliyet hacmini etkilemek için para politikasından faydalanma fikri çok eskilere dayanmasına rağmen, kullanım açısından 1930 lardan sonra Keynes Teorisi sonrası yaygınlaşmıştır.

Maliye Politikası
Maliye politikası araçları da temel olarak vergiler ve kamu harcamalarını ifade eder. Bir dış ödeme açığı durumunda hükümet, vergileri arttırıp harcamaları azaltarak “bütçe fazlası” oluşturacaktır. (mevcut açığı azaltmak maksatlı olabilir) Toplam harcamaların bu şekilde daraltılması doğal olarak milli gelir ve çalışma düzeyini düşürecektir. Bu durum ithalatın azalması ve ihracat artması sonucunu getirirken, dış ticaret bilânçosu açısından iyileştirici bir etki doğurmaktadır.

Bir dış ödeme fazlası durumunda ise vergiler azaltılacak ve kamu harcamaları arttırılarak “bütçe açığı” oluşturulacaktır. (mevcut açığı genişletmek de mümkün) Böylece milli gelir genişleyecektir. Buna bağlı olarak ithalatın artması ve ihracatın azalması beklenecek ve dış ticaret bilânçosu fazlasının giderilmesi yönünde adım atılır.

Günümüzde çeşitli ülke örneklerinde görüldüğü gibi, genellikle para politikası toplam harcamaları etkilemede maliye politikası kadar etkili bir araç değildir. Mesela bir dış açık durumunda para politikası ile faiz oranları yükseltilse bile toplam harcamalar daralmayabilir. Çünkü girişimciler ekonomide canlılığa bağlı olarak kâr olanaklarını yüksek tahmin ederek, faizlerdeki artışa rağmen yatırımları kısma gereği duymayabilirler. Aynı durum maliye politikası araçlarında söz konusu değildir. Çünkü vergiler ve hükümet harcamaları bu bağlamda daha sert bir etki ortaya koyarlar.

Otomatik Denkleşme Mekanizmaları

Ödemeler bilânçosundaki açık veya fazlalıkların belirli bir süre içinde giderilmesi ve dış dengenin sağlanması beklenir. Çünkü dış açıklar eninde sonunda ülkenin sınırlı döviz rezervlerinin tükenmesine ve dış kredi itibarının kaybına yol açabilmektedir.

Dış ödeme fazlalarının kronikleşmesi ise bu durumdaki ülkelerde enflasyon hızını yükseltici bir etkide bulunabilir. Ayrıca bazı ülkelerin biriktirdikleri dış ödeme fazlaları onların ticaret ortaklarının dış ödeme açığı verdiğini göstermektedir. Bu nedenle uzun dönemde bu durumunda genel anlamda uluslararası ticaret ve ödeme sistemini zayıflatıcı bir rolü olacaktır.

Dış ödemeler dengesini sağlayan mekanizmaları iki ana grupta toplayabiliriz. Bunlar; Otomatik Denkleşme Mekanizmaları ve Denkleştirme Politikaları’dır.

Otomatik denkleşme mekanizmalar bir dış açık veya fazlanın ortaya çıkması durumunda kendiliğinden işlemeye başlamaktadır. Denkleştirme politikaları ise hükümetlerin aldıkları politika kararları ile dış dengenin inşasına yönelik adımları kapsamaktadır.

İkisi arasındaki temel fark hükümet müdahalesi kavramında saklıdır. Otomatik mekanizmalar hükümet müdahalesine gerek duymadan devreye girerken, denkleştirme politikaları hükümetin alacağı kararlara bağlı olarak gerçekleşebilmektedir.

Otomatik denkleşme mekanizmaları; fiyat denkleşmeleri, gelir denkleşmeleri ve parasal denkleşme olmak üzere 3’e ayrılabilir. Otomatik fiyat denkleşmesi de içerik olarak değişken kur sistemi ile “fiyat-altın para akımı” ve faiz oranlarında uyum mekanizmalarını kapsamaktadır. Bu mekanizmaların bazıları altın para standardı altında dış denkleşmeyi açıklamak üzere ortaya atılmışlardır. Mesela, fiyat-altın para akımı mekanizması. Fakat daha sonraları bu mekanizmaları günümüz ekonomilerine uygulamak üzere yeni teoriler geliştirilmiştir. Örneğin, *Parasalcı yaklaşım temelinde klasik fiyat-altın para akımı mekanizmasına dayanmaktadır.

Bir dış dengesizlik durumu ortaya çıktığından doğası gereği kendiliğinden gerçekleştiği için ilk işlemeye başlayan mekanizma otomatik mekanizmalar olmaktadır. Bununla birlikte, bu mekanizmaların yetersiz klaması ve etkisinin uzun dönemde görülmesi gibi handikaplar nedeniyle, dış denge sağlanması amacına yönelik hükümet müdahaleleri de kaçınılmaz olabilmektedir.

Bundan sonraki yazılarımızda sözü edilen mekanizmaları teker teker açıklamaya çalışacağım.

Otomatik Fiyat Denkleşme Mekanizmaları

















Ayrıntılı bilgi almak için sözü edilen başlığa tıklayınız.

24 Şubat 2011 Perşembe

Dış Denkleşmede Parasalcı Yaklaşım

Parasalcı yaklaşım (monetarist approach) 1970’lerde Robert Mundell, Harry Johnson ve Jacob Frenkel gibi Chicago Üniversitesi profesörleri tarafından geliştirilmiştir. Fakat, bu yaklaşımın izlerini 1752’de ünlü düşünür David Hume’un ortaya attığı “Fiyat-Altın Para Akımı” mekanizmasında görülebilmektedir.

Parasalcı yaklaşım ödemeler bilânçosu dengesini sağlama mekanizmasını temel alarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu yaklaşım aynı zamanda kur oluşumunu açıklayan teorilerden biri olarak da kabul edilmektedir.

Ayrıca parasalcı yaklaşımın tasarladığı süreç, hem otomatik dış denkleşme mekanizmasına dayanmakta, hem de hükümetlerin elinde bir dış denkleştirme politikası olarak kullanılabilmektedir.

Monetarist yaklaşıma göre, bir dış ödemeler açığı veya fazlası para arzı ile para talebi arasındaki dengesizliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada dış ödemeler dengesizlikleri deyiminin kullanmamızın nedeni teorinin mal ve hizmet akımlarıyla birlikte uluslararası sermaye akımlarına da dayanmasıdır.

Para talebi, bir ekonomide bireylerin servetlerinin ne kadarını yanlarında nakit olarak tutmak istediklerini göstermektedir. Nakit para arzusu günlük harcamalara yönelik olmaktadır. Nakit tutulan paraların gelir getiren araçlara yatırılarak faiz geliri getirmesi mümkündür. Bu yüzden yeterli miktarın ötesinde para tutmak gerekli değildir.

Teoriye göre nakit biçiminde tutulmak istenen para miktarı reel gelir, fiyatlar genel düzeyi ve faiz oranın bağlı olarak belirlenmektedir.

Reel gelir yükseldikçe, yani ekonomi büyüdükçe artan işlem hacmini finanse etmek için halkın para talebi artmaktadır.

Fiyatlar genel düzeyi arttıkça insanlar günlük ihtiyaçları için daha çok para tutacaklardır yani para talebi artacaktır.

Faiz oranı da para tutmanın fırsat maliyeti olarak düşünülebilir. Faizler düştükçe, halk daha fazla para tutacaktır, çünkü paranın faize yatırılıp getireceği getiri az olmaktadır. Faizler yükseldikçe ise, daha az para tutulacaktır, yani fonlar faiz getiren menkullere yatırılacaktır.

Nominal para talebini Md fiyatlar genel düzeyini P (price) ile gösterelim.

Bu durumda, halkın para talebi şu formülle gösterilebilir.

Md = f(P,y,i)

Buna göre reel para talebi:

Md/P =f(y,i)
şeklinde gösterilir.

y halkın gelir düzeyini,
i faiz oranını temsil etmektedir.

Para talebini açıkladıktan sonra, para arzının oluşumuna baktığımızda şunu görmekteyiz. Bilindiği gibi ekonomideki para arzı ise merkez bankası tarafından ayarlanmaktadır. Merkez Bankası ekonominin ihtiyaçlarına göre para arzını daraltır veya genişletir.

Merkez Bankası tarafından piyasaya para sürülmesi (emisyon) iki bölüme ayrılabilir.

Yurtiçi Ekonomik ve Mali Etkenlere Bağlı Olarak Piyasaya Sürülen Para (D)
Döviz Rezervleri Karşılığında Çıkartılan Para (R)

*Bilindiği gibi resmi rezervlerdeki düşme, merkez bankasının kurun yükselmesini önlemek amacıyla yaptığı döviz satışları yani piyasadan ulusal para çekilmesi sonrasında oluşmaktadır. Rezervlerdeki yükselme ise, döviz satın alındığında yani piyasaya ulusal para sürülmesi durumunu yansıtmaktadır.

Şüphesiz bu incelemelerde döviz kurunun sabit veya istikrarlı olduğu öngörülmektedir. Çünkü aksi takdirde serbest dalgalanan kur sistemlerinde merkez bankasının piyasaya müdahalesi olmamaktadır. Günümüz devletlerin uygulanan sistem yönetimli dalgalanma olarak adlandırılan istikrarlı döviz kuru sistemidir.

Merkez Bankasının iç varlıklar (reeskont senetleri gibi) karşılığı (D) ve dış varlıklar (döviz ve altın rezervleri gibi) karşılığı (R) olarak yaptığı emisyonun (piyasaya para sürmek) toplamı ülkenin parasal tabanını (monetary base) oluşturmaktadır. Para arzı (Ms) parasal tabanın belirli bir çarpan katsayısı (parasal çarpan) ile çarpımı sonucunda elde edilir. Eğer parasal çarpan katsayısı A ile gösterilirse,

Ms = A(D+R) olmaktadır.

Artık parasalcı yaklaşıma göre para arz ve talebi ile dış ödemeler dengesi arasındaki ilişkilerin anlatılmasına başlayabiliriz. Bu yaklaşıma göre ödemeler bilânçosundaki bir açık veya fazla, para talebi ile para arzı arasındaki dengesizliğin bir sonucu olmaktadır. Çünkü böyle bir dengesizlik mal ve hizmetlerle mali varlıklara yapılan harcamaları ve bu yolla da dış ödemeler dengesini etkilemektedir.

Mesela merkez bankası iç harcama taleplerini karşılamak için piyasaya yeni para (D) sürmüş olsun, böylece nominal para arzı genişlemiş olmaktadır. Ancak halkın para talebi değişmediğine göre, para arzındaki bu artışlar ya mal ve hizmet satın alınmasında ya da tahvil ve hisse senedi gibi değerli kağıtlarla kısa vadeli mali varlıklara yatırım olarak kullanılacaktır. Mal ve hizmetlere yapılan harcamalar, doğal olarak ithalata olan talebi de arttıracaktır. Ayrıca, yerli mal ve hizmet arzı ne ölçüde yetersiz olursa, harcama artışı da o oranda yabancı mal ve hizmetlere yöneltilecektir.

Sonuç olarak, bir yandan mal ve hizmet ithali, diğer yandan yabancı menkul değer ve kısa süreli mali varlık yatırımları, ülkenin döviz kaybına uğramasına neden olmaktadır. Eğer başlangıçta ödemeler bilânçosunun dengede olduğu kabul edilirse, cari işlemlerden ve sermaye bilânçosundan gelen bu etkilerle bir dış ödeme açığı ortaya çıkması muhtemeldir.

Tersi durumda, eğer merkez bankasının iç ekonomik amaçlarla emisyon hacmini (piyasaya sürülen parayı azaltmak) kıstığını varsayarsak, bu kez mekanizma tersine işleyecektir. Yani toplam para arzı daralır, bireyler de doğal olarak mal ve hizmetlere yaptıkları harcamaları azaltırlar. Diğer taraftan para ve sermaye piyasası araçlarına yapılan yatırımlar da azaltılacaktır. Bu azaltılan harcamaların bir bölümü ithalata yönelik olduğu için, dövize olan talep azalmış olacaktır. Sonuç olarak başlangıçta denk olan dış ödemeler bilânçosu artık fazla verecektir.

Para arzının para talebine oranla azaltılması durumunda, bu açığı karşılamak üzere başvurulabilecek yöntemlerden birisi de ihracatın artırılması ve yatırım portfolyosundaki bazı yabancı menkul değerlerin satılmasıdır. Böylece ulusal para arzı artırılmış ve para talebi fazlası için kaynak yaratılmış olunur.

Parasalcı Yaklaşım ve Otomatik Dış Denkleşme


Bu açıklamalardan sonra şimdi parasalcı yaklaşıma göre dış ödeme dengesizliklerinin kendiliğinden nasıl bir mekanizmas ile giderileceğini anlatmaya çalışalım.

Bu anlatımda, izlenen kur politikasının sabit veya istikrarlı bir kur politikası olduğunu kabul etmekteyiz. Çünkü, ancak bu durumda bir dış açık veya fazlanın ortaya çıkması ve rezervlerdeki değişmelere paralel olarak piyasadaki ulusal para arzının değişmesi söz konusu olmaktadır. Serbest değişken kur sistemi altında değişme döviz rezervlerinde değil, döviz kurlarında gerçekleşmektedir.

Bu amaçla önce dış ödemeler bilânçosunun bir fazla verdiğini varsayalım. Ödemeler bilânçosundaki fazlalık ülkenin döviz rezervlerini arttıracaktır. Bu durumda merkez bankası döviz kurundaki düşmeyi önlemek için piyasadan döviz satın alacaktır, böylece rezerv artışına bağlı ulusal paranın emisyonunda (R) bulunacaktır. Sonuçta yazımızın üst kısmındaki mekanizma harekete geçecektir. Yani, para talebi değişmezken para arzı artışı varolacaktır. Bu durum yerli ve yabancı mal, hizmet ve mali varlık satın alımlarını özendirecektir ve dış ödemeler bilânçosundaki fazlalığı giderici bir etki söz konusudur.

Parasalcı yaklaşımda dış ödeme fazlası gibi, bir dış ödeme açığı da kendi kendini giderici, (denkleştirici) etki doğurmaktadır. Çünkü dış açıklar resmi döviz rezervlerini arttıracaktır. Bu da emisyon (piyasaya sürülen para) hacmini düşürerek para arzının azalmasına neden olacaktır. Böylece, mal ve hizmet ithali ile birlikte yabancı menkul değer satın alımları azalacak ve dış açık giderilmiş olacaktır.

Parasalcı yaklaşım bir bakıma David Hume’un klasik fiyat-altın para akımı mekanizmasının geliştirilmiş hali görünümündedir. Her iki mekanizmada da parasal akımlar önemli bir yer tutmakta ve dış dengesizlikleri kendiliğinden (otomatik) olarak giderilmektedir. Ayrıca denkleşme mekanizmasının harekete geçmesi, her iki mekanizmada da para arzı düzenlemelerinde merkez bankası tarafından bu denkleşmeye izin verildiği koşullarda geçerli olmaktadır. Benzer noktalar dışında farklı olan ise, parasalcı yaklaşım sabit bir para talebini temel alırken, klasik denkleşme mekanizması fiyatlar genel düzeyindeki değişmelere dayanmaktadır.

Parasalcı yaklaşımdan elde edilecek bir diğer sonuç da, sabit döviz kur sistemlerinde merkez bankasının para arzı üzerindeki denetiminin düşük olduğudur. Çünkü, eğer iç fiyat istikrarı gibi bir amaçla para arzı daraltılırsa, döviz girişleri artacak, ödemeler bilânçosu fazla verecek ve döviz rezervlerindeki artış da daralmanın etkisini giderecektir. Bunun sebebi üstte açıklandığı gibi, halkın reel para talebinin bazı etkenlere (reel gelir ve faiz oranı) bağlı olarak belirlenen bir değişken olmasıdır. Fakat etkileşimin yönü daima D den R ye doğru gerçekleşir.

Oysa serbest değişken kur sistemlerinde, yukarıda da değindiğimiz gibi merkez bankasının döviz piyasasına müdahalesine gerek duyulmadığı için dış rezervlerde değişme olmamaktadır. Bunun yerine kurların her an arz ve talebe bağlı olarak değişmesine izin verilir ve ödemeler bilânçosunda kendiliğinde bir denge sağlanmaktadır. Bu durum sabit kur sisteminin tersine, para politikasına tam bir bağımsızlık verir, çünkü para otoriteleri para arzı üzerinde etkili bir denetime sahip olmaktadır.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Otomatik Gelir Denkleşme Mekanizması

Önceki milli gelir hakkındaki yazılarımızda, eğer incelerseniz, dış ticaret bilânçosundaki bir açık veya fazlanın otomatik olarak milli gelirde değişmeler yaratacağını, ayrıca milli gelirdeki değişmelerinde ithalat fonksiyonu ve diğer yollarla dış dengesizliği giderici bir etkiye sebep olacağını görmüştük.

Dış dengedeki bozulmanın milli gelir değişmeleri yoluyla dış dengeyi sağlayıcı etkide bulunmasına “otomatik gelir denkleşme mekanizması” denilmektedir. Gelir denkleşmesi mekanizmasının kendiliğinden işleyiş aşamaları aşağıdaki resimde betimsel olarak gösterilmiştir.


Açıklamalarımız detaylandırmak amacıyla öncelikle dış ticaret açığı durumunu ele alalım ve bu kapsamda inceleyelim.

Örneğin, *ithalattaki bir artış veya ihracattaki bir azalma nedeniyle oluşan dış ödeme açığı önce ilgili kesimlerde, yani ihracat ve ithalata rakip sektörlerde, talebi ve üretimi azaltıcı bir etkide bulunacaktır. Bu daralma neticesinde ikinci aşamada çarpan mekanizması etkisiyle toplam milli gelir düşecektir. (ithalattaki artışa bağlı milli gelir değişimi için çarpan katsayısı açıklaması için tıklayınız)

İthalat milli gelire bağlı bir ekonomik işlem olduğundan dolayı milli gelirdeki düşme, bir yandan marjinal ithalat eğilimine göre ithalat hacmini daraltırken, diğer yandan marjinal tüketim eğilimine bağlı olarak halkın yurtiçi mal tüketimini azaltacaktır. Bu durum ihracatın açısından genişletici bir etki doğurmaktadır. Sonuç olarak, milli gelirdeki daralma sonucu ithalatta görülen azalma ve ihracattaki genişlemenin etkisiyle başlangıçta oluşan dış açığın giderilmesi mümkün olmaktadır.

Milli gelirdeki daralmanın bir başka nedeni de, fiyat artışlarının yavaşlaması olabilmektedir. Keynes modeline göre, modern toplumlarda fiyatların mutlak olarak düşmesini bekleme gerçekçi değildir. Bununla birlikte, toplam harcamalardaki daralma fiyat artış hızını yavaşlatabilmektedir.

Söylenmesi lazım gelir ki, işsizliğin yaygınlaştığı ve satışların düştüğü bir ortamda işçilerin ücret artışı isteklerini ve üreticilerinde buna bağlı olarak fiyat artışlarını dile getirmemeleri doğaldır. Çünkü, birbirini etkileyen bu durum, ücretlerin az olması demek üreticinin hitap ettiği insanların alım gücünün de az olması anlamına gelmektedir.

Göreceli fiyat artışlarının yavaşlamasının ortaya çıkardığı etki ise, ulusal paranın dış değerinin düşmesi gibidir. Yani, ülkenin ihraç malları yabancılar için ucuz olmaktadır. İthal mallar ise yerli halk için pahalı görülmektedir. Bu durum milli gelirdeki daralmanın bir diğer sonucu olarak, ithalattaki azalmayı ve ihracattaki genişlemeyi getirmektedir. Dolayısıyla dış dengeye ulaşılması yolunda ek destek sağlanmaktadır.

Bir dış ödeme fazlası durumunda ise, üstteki anlattığımı mekanizma tersi yönde işlemektedir. Yani, ihracattaki artma ve ithalattaki azalma nedeniyle ihracat ve ithalata rakip endüstrilerde üretim ve harcamalar artmış olacaktır. Bu da çarpan etkisiyle beraber milli geliri yükseltecektir. Milli gelirdeki artış da, önce marjinal ithalat ve ardından marjinal tüketim eğilimlerine bağlı olarak, ithalatın artmasına ve ihracatın daralmasına neden olacaktır. Ayrıca, milli gelirdeki söz konusu genişleme enflasyon oranını yükselterek de bu doğrultuda etkiler yaratmaktadır. Sonuç olarak bu gelişmeler dış ödeme dengesizliğinin giderilmesi açısından fayda sağlamaktadır.

Belirtilmesi gerekir ki, üstteki açıklanan mekanizmanın işleyişi neticesinde ödemeler bilânçosundaki ilk dengesizliğin tam olarak giderilmesini beklemek pek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bunun nedeni, ithalat ve ihracat üzerindeki etkilerin çeşitli faktörlere bağlı olması ve bunların değerlerinin her zaman dış dengesizliğin gerektirdiği ölçülerde gerçekleşmemesidir. Yukardaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, dış denge üzerindeki etkiler çarpan katsayısı, marjinal ithal eğilimi, marjinal tüketim eğilimi, fiyat değişmeleri ve iç ve dış talep etkisi gibi çok sayıda faktöre bağlı olmaktadır. Bu faktörler ekonomilerin yapısal özelliklerine ve içinde bulundukları şartlara göre farklı değerler alabilmektedir.

Diğer taraftan hükümetin emisyon, iç ve dış borçlanma gibi kaynaklardan finanse ederek uyguladığı kamu harcamalarını genişletici politikalarda sözü edilen otomatik mekanizmaların işleyişini engelleyici bir etkide bulunabilmektedir.

22 Şubat 2011 Salı

Dış Yansıma

Bir ülkenin ithalatı, dış dünya açısından diğer ülkelere yapılan ihracat demektir. Bunun gibi ülkenin ihracatı da dış dünyanın o ülkeden ithalatını oluşturmaktadır. Dolayısıyla açık bir ekonomi dünya ekonomisi ile karşılıklı etkileşim içerisindedir. Eğer söz konusu ekonomi büyük bir ülkeye ait ise, bu karşılıklı bağlılığın önemi daha fazla artmaktadır.

Büyük ülkelerde yatırımların canlanması, ya da tersine bir ekonomik duraklama gibi olaylar diğer ülkeleri de derinden etkilemektedir. Açık bir ekonomi, dünyadaki bu tür gelişmelerin etkisi altında kalan ekonomi demektir.

Ulusal ekonomilerdeki istikrarsızlıkların uluslararası alanda yayılışının en bilinen örneklerinden birisi 1929 daki Büyük Dünya Depresyonu’nun Amerikan ekonomisindeki şiddetli duraklamanın etkisiyle başladığı gerçeğidir. Benzer şekilde bu tür büyük ülkelerdeki ekonomik gelişme karşısında, diğer ülkelerde lokomotif gibi peşine takılarak genişleme içerisine gireceklerdir.

Dış yansıma olayını somut bir örnek üzerinden inceleyebiliriz. 3 ülkeli bir model düşünelim.

A ülkesinde uygulanan harcama kısıcı politikalarla milli gelir ve istihdam düzeyi düşürülmüş olsun. Bunun sonucunda marjinal ithalat eğilimine bağlı olarak ithalat da azalacaktır. Bu durumda A ülkesine ihracat yapan ülkelerin ihracatı daralmış olacaktır. Bu ülkeleri de B ve C olarak isimlendirebiliriz. Sonuç olarak, ikinci aşamada B ve C ülkelerinin de milli gelir ve çalışma düzeyleri gerileyecektir. Açıkça görülüyor ki A daki bir ekonomik duraklama dış dünya ülkelerine taşmıştır.

Ancak karşılıklı etkileşim yalnız bu noktada bitmez. B ve C nin milli gelirindeki daralma o ülkelerinde ithalatını kısmaları anlamına gelecektir. Üçüncü aşamada bu durum u başlatan A ülkesi açısından da ihracat azalmış ve milli gelir daralmış olacaktır. Böylece birbirini izleyen dalgalar şeklinde ülkeler arasında etkileşim karşılıklı olarak sürüp gitmektedir.

Bu şekilde bir ülkenin milli gelirinde görülen bir artma veya azalmanın onun ticaret ortaklarına aktarılarak sonra tekrar kendine dönmesine "dış yansıma" (foreign repercussion) denilmektedir. *Dış yansıma dolayısıyla ülkede ilk ortaya çıkan istikrarsızlığın etkileri dış dünyaya yayılacak, ve o ülkelerde ortaya çıkan istikrarsızlık tekrar kendi üzerine gelecektir. Neticesinde istikrarsızlık daha da şiddetlenmiş olacaktır.

Dış yansıma mekanizmasının işleyişi özellikle sabit kur rejimlerinde daha güçlü olmaktadır. Bunun nedeni, Sabit kur rejiminde milli gelirdeki bir değişmenin ithalat üzerinde doğurduğu etkiler döviz kurlarına yansıtılmamaktadır. Yani, toplam harcamaların genişletilmesi dolayısıyla ithalatı artan bir ülkede ulusal paranın döviz piyasasında değer kaybına izin verilmemektedir. Merkez Bankası müdahaleleri ile kurlar sabit tutulmaya çalışılır.

Yapay olarak düşük tutulan bu kurlar, ülkenin ithalatını genişleyecek, bu da karşı ülkelerin ihracatını geliştirerek onların milli gelirlerini yükseltecektir. Özetle, bu rejimde milli gelir değişmeleri ithalatta ortaya çıkan aynı yöndeki değişmeleri şiddetlendirerek daha kolay şekilde dış dünya ülkelerine aktarmış olmaktadır.

Diğer taraftan serbest değişken kur sistemlerinde ithalatta veya ihracattaki bir değişme önce döviz piyasasına yansımakta ve kurları etkilemektedir. Eğer ülkede toplam harcamalar artmışsa, bunun sonucunda ithalat talebinde meydana gelecek artışlar o ülke parasının döviz piyasasında değer kaybetmesine neden olacaktır. Bu da ithalat talebini azaltıcı etki yapacaktır. Böylece diğer ülkeler üzerindeki etki yumuşatılmış olacaktır. Tersine, iç talebin daralması durumunda da ulusal para değer kazanacaktır. Bu da ithalattaki düşüşü yavaşlatacak ve dışarıda ani bir talep eksikliğine engel olacaktır. Özetle, serbest değişken kur sistemleri ulusal ekonomilerdeki istikrarsızlıkların dış dünyaya yayılışının yavaşlatan bir etkiye sahiptir.

Bu durumu kasisten geçen bir aracın amortisör sayesinde bu kasisi daha hafif hissetmesi şeklinde betimleyebiliriz.

Spartaküs

spartacus
Spartaküs Roma İmparatorluğunda çıkan üçüncü son ve en büyük köle ayaklanmasında komutanlık yapmış bir liderdir. Spartaküs hakkında bilinenler savaş ile alakalı bilgiler hariç oldukça sınırlıdır. O dönemde gerçekleştirdikleriyle, bu savaşın sonunda mağlup olmasına rağmen Spartaküs’ün başarılı bir askeri lider olduğu gerçeği kabul edilmiştir.

Spartaküs’ün bu şekilde köleleri organize ederek o dönemin elitist aristokrasisine karşı ayaklandırması, yani insanların özgürlükleri için savaşması fikri özellikle modern yazarlar tarafından anlam kazandırılarak çeşitli eserlerde yer bulmuştur.
Bu yaratılan isyan akımı ayrıca modern ve orta çağdaki bir çok politik düşünürü de derinden etkilemiştir.

Spartaküs’ün nereden geldiğine bakarsak, tarihi kaynaklar gösteriyor ki; kendisi göçebe bir Trakyalıydı. Öncelikle Roma İmparatorluğu ordusunda görev yapmaya zorlanmış ve ardından bilinmeyen bir neden yüzünden hapsedilmişti. Bu durumdan sonra, bir köle gladyatör olarak satılmıştır.

Spartaküs ismi Trakya Krallığının kurucusundan gelmektedir.

Aslında tarihi kaynaklar Spartaküs’ün Roma İmparatorluğunda asker olup köleliğe düştüğü veya askerler tarafından alıkonulup köle yapıldığı konusunda net bir bilgi vermemektedir.

Spartaküs Capua şehrinin yanında bulunan Lentulus Batiatus Gladyatör Okulunda eğitilmiştir. M.Ö. 73 yılında bir grup gladyatörle birlikte buradan kaçış gerçekleşmiştir. Bu gladyatörlerin sayısı yaklaşık olarak 70 idi. Kendilerine ait savaş aletleri olmamasına rağmen okuldan kaçmayı başarmışlardır. Ayrıca kaçarken gladyatör okulundaki çeşitli kılıç, zırh ve diğer savaş aletlerini almışlardır.

Gladyatör okulundan kaçan köleler hemen üstlerine gönderilen küçük askeri gücü yenmeyi başarmışlar ve Capua çevresindeki bazı yerleri talan etmişlerdir. Ayrıca buralardan kendilerinin tarafına katılan köleler olmuştur.

Bu kaçış gerçekleştikten sonra söz konusu grup, içlerinden Spartacus, Crixus ve Oenomaus u lider olarak seçmişlerdir. Bazı Roma kaynakları bu isyancı grubu Spartaküs önderliğinde homojen bir topluluk olarak betimlerken, tahminler bu topluluğun hiyerarşik bir liderlik kadrosu olacağı yönündedir.

Üçüncü Servile Savaşı

Bu olaylar karşısında Roma İmparatorluğunun cevabı Roma birliklerinin İspanya’daki isyanları bastırmak için İspanya’da olduğu için gecikmiştir. Ayrıca Roma bu isyanının boyutlarını ilk etapta tam olarak idrak edememişti.

Bu nedenle isyanı sonlandırmak için Gaius Cladius Glaberus komutasında bir milis kuvvet gönderilmiştir. Söz konusu birlik köleleri bir dağda mahsur bırakarak teslim olmaya zorlamayı amaçlamıştır. Fakat, Spartaküs önderliğindeki isyancılar asma dallarından yaptıkları iplerle sürpriz bir atak gerçekleştirerek Romalıların kampına saldırmışlardır. Bu saldırı ile çok sayıda Romalı askeri öldürmüşlerdir. Ayrıca onların askeri ekipmanları da almışlardır.

Bu savaştaki başarısı ile birlikte çok daha fazla köle Spartaküs’ün kuvvetlerine katılmıştır. Özellikle savaştaki taktiksel becerisi nedeniyle, daha önceden askeri tecrübeye sahip olduğu iddia edilmektedir. Kölelerin askeri eğitim eksikliklerine rağmen, ellerindeki silahlarla ve şaşırtıcı taktiklerle, düzenlik Roma ordusu karşısında etkili olmuşlardır.

Sözü edilen isyancı grup, M.Ö. 73-72 kış aylarını, askeri eğitim, yeni kişilerin katılımı ve silahlanma ile geçirdiği söylenmektedir. Ayrıca söz sahibi oldukları alanları da genişletmişlerdir. Nola, Nuceria, Thurii ve Metapontum şehirleri de alınmıştır. Bu alanların genişlemesi nedeniyle kölelerin iki gruba ayrılmış olacağı tahmin edilmektedir. Spartaküs ve Crixus liderliğinde.

M.Ö. 72 yılının bahar ayında, köleler kış aylarını geçirdikleri kamplardan ayrılarak Kuzeye doğru harekete geçmişlerdir. Aynı zamanda, Roma Senatosu da eyalet askerlerinin yenilgisi nedeniyle alarma geçmiş vaziyetteydi. Bu nedenle, Lucius Gellius Publicola ve Gnaeus Cornelius Lentulus Clodianus komutasındaki iki konsül birliğini göndermişlerdir. Bu iki birlik başlangıçta Crixus liderliğindeki 30,000 köle birliği karşısında başarılı olmuşsa da, Spartaküs tarafından bozguna uğratılmışlardır.

Durdurulamaz isyancılara karşı Senato dönemin Romanın en zengin adamını görevlendirmiştir. 8 Roma birliğinden oluşan yaklaşık 50,000 kişilik düzenli Roma ordusu bu amaçla harekete geçmiştir. Spartaküs ve arkadaşları söz konusu orduyla karşılaşmıştır. Başarısızlık sonrası güneye doğru çekilmişlerdir. Crassus’un ordusu avantajlı konuma geçmiştir.


Bundan sonra Spartaküs ve isyancı grup çeşitli yöntemlerle Sicilya’ya geçmek ve tekrar güç toplamak istemişler fakat başarılı olamamışlardır. Crassus komutasındaki ordu isyancıları bir noktada sıkıştırmayı başarmıştı. Ayrıca aynı dönemde Pompey birlikleri İspanya’dan dönüş yolundaydılar. Crassus Pompey birliklerinin gelişinin başarısına gölge düşüreceğini düşündüğü için, Spartaküs’ün anlaşma isteği sonuçsuz kalmıştı. Anlaşma teklifinin reddedilmesi sonrası isyancıların bir kısmı kaçmaya çalışmıştır. Crassus’un birliği de onları takip etmişlerdir. Birlikler sözü edilen ana topluluktan ayrılan bir kısım isyancıyı yakaladıkları zaman, Spartaküs’ün kuvvetlerinde disiplin namına hiçbir şey kalmamıştı. Küçük bağımsız gruplar halinde Roma birliklerine saldırmaya çalışmışlardır. Aynı süreçte Spartaküs de etrafındaki arkadaşları tüm gücü toplayarak son olarak Roma birliklerine saldırıya geçmiştir. Sonuç olarak, neredeyse isyancıların tümü öldürülmüştür.


Fakat Spartaküs sonunun ne olduğu tam olarak bilinmemektedir. Çünkü, savaş alanında vücudu bulunamamıştır. Tarihçiler tarafından savaşta adamlarıyla beraber öldüğü varsayılmaktadır. Ayrıca esir alınan isyancılar Crassus’un birlikleri tarafından Rome ile Capua arasındaki yol üzerinde çarmıha gerilmişlerdir.

Spartaküs’ün yaptıklarıyla dünya tarihinden kendinden sonra gelenler için ve özellikle devrimciler tarafından ilham kaynağı olarak görülmüştür.

Gladyatörlük
Roma İmparatorluğu’nda gladyatör oyunları en popüler eğlence tarzından biriydi. Gladyatörler yetiştirmek maksadıyla, ludi olarak adlandırılan eğitim okulları kurulmuştu. Bu okullarda, savaş esirleri ve çeşitli suçlular gladyatör oyunlarında ölümüne savaşmayı öğrenirlerdi.

Devlet ve Milli Gelir Dengesi

Önceki analizlerimizde basitleştirici yaklaşım gereği devletin etkisi safdışı bırakılmıştı. Ancak bilindiği gibi bir ekonomide hükümet kesiminin sahip olduğu genel bütçeli idareler, katma bütçeli idareler ve yerel yönetimler önemli birer mal ve hizmet alıcısı (tüketicisi) olmaktadır. Hükümetin mal ve hizmet satın alımları için yaptığı harcamalar, tüketim harcamaları, yatırım harcamaları ve net ihracattan sonra ulusal hasıla(mili gelir) GSYİH oluşturan başka bir harcama kalemi olarak ilave edilirler.

Fakat ulusal gelir hesapları yalnızca hükümetin mal ve hizmet alımı için yaptığı harcamaları kapsamaktadır. Bu bağlamda transfer ödemeleri kapsam dışında bırakılır. Transfer harcamaları, kısaca açıklamak gerekirse, *hükümet tarafından kişilere yapılan, fakat karşılığı olmayan ödemelerdir. Bunlar örneğin, emeklilik maaşları, işsizlik primleri, yaşlılık ödemeleri olarak sayılabilir. Sosyal amaçlar içeren bu harcamalar mal ve hizmet satın alımı için yapılmadıkları için GSYİH hesaplamasına katılmazlar. Bunun yanısıra, hükümetin iç borçlar için yaptığı ödemeler de (faiz ve anapara) hesaba katılmaz.

Devlet, harcamalarını finanse etmek için halktan ve işletmelerden vergi toplamaktadır. Hükümet harcamaları (G) ulusal harcama akımına bir katılım (eklenti), vergiler (T - taxes) ise harcama akımından ayrılan bir sızıntı (eksilme) niteliğindedir.

Kamu harcamalarının hacmi genellikle hükümetler tarafından belirlenir. Dolayısıyla kamu harcamaları milli gelire bağlı bir değişken değildir. Vergiler ise kaba bir yaklaşımla milli gelirin artan bir fonksiyonu olarak kabul edilebilmektedir. (sabit miktar alınan vergiler için geçerli değil)

Özetle;

T = T(Y)

Kamu harcamaları ile vergiler hükümet bütçesinin ana gider ve gelir kalemlerini oluşturmaktadır. Bu bağlamda G – T farkı bütçe açığı veya bütçe fazlasını göstermektedir.

Mal veya harcama akımı yaklaşımında vergiler hesaba katılmaz. Bu yöntemde hükümetin harcamaları da kaynağı nereden gelirse gelsin, ulusal hasılanın (GSYİH) bir parçası olarak kabul edilir.

Hükümetin mal ve hizmet alımlarının hesaba katılması durumunda toplam hasılayı oluşturan harcamalar aşağıdaki gibi olacaktır.

Y = C(Y) + I + G + X – M(Y)

Harcama akımı yaklaşımında vergiler dikkate alınmamasına karşın, gelirin kullanışı yaklaşımında bu kalemin de hesaba katılması gerekir.

Y = S(Y) + M(Y) + T(Y) olmaktadır.

Bu iki eşitlikten;

S(Y) + T(Y) + M(Y) = G + I + X

elde edilmektedir.

Bu denklem toplam eksilme ve eklenti eşitliğini de ifade etmektedir. Buradan ayrıca aşağıdaki denkleme de ulaşılmaktadır.

S(Y) + T(Y) – I – G = X – M(Y)

Bu son ifade milli gelirin denge koşulunu net yurtiçi sızıntıların net dış sızıntılara (dış yatırım, ticaret bilânçosu açığı veya fazlası) eşit olması biçiminde ortaya koymaktadır.

Kamu kesiminin hesaba katılması durumunda, milli gelir dengesinin grafik ile gösterilmesi de önceki gösterimlerden çok farklı değildir. Örneğin, net iç ve dış sızıntılar yaklaşımı ile denge koşulu aşağıdaki grafikteki gibi gösterilebilmektedir.

Burada milli gelir dengesi, ekonomideki net iç sızıntıları gösteren S(Y) + T(Y) – I – G doğrusu ile X – M(Y) dış denge doğrusunun kesiştiği K noktasında sağlanmaktadır.

S: tasarruflar
T: vergiler
I: yatırımlar
G: devlet harcamaları
X: ihracat
M: ithalat

Bu noktaya denk gelen gelir düzeyi Y0 olmaktadır. Milli Gelir dengesi başka hiçbir düzeyde gerçekleşmemektedir. Grafikten anlaşılacağı gibi denge gelir düzeyinde KY0 miktarında bir dış ticaret açığı bulunmaktadır.

Devletin analize katılmasıyla milli geliri ve dış dengeyi etkileyen iki yeni politika aracı ortaya çıkmaktadır. Bunlar;

  • Kamu Harcamaları
  • Vergiler

Gerçek hayatta da hükümetler toplam harcamaları ve milli gelir düzeyini etkilemek için harcama politikası ile vergi politikasını yaygın olarak kullanmaktadır.

Genel bir örnek vermek gerekirse, *milli gelir düzeyinin eksik çalışma düzeyinde bulunduğu bir ekonomide hükümet toplam harcamalarını arttırıp ve vergileri azaltarak milli gelir ve çalışma düzeyini yükseltmeye ve doğal olarak işsizliği azaltmaya çalışmaktadır. Enflasyonist bir ortamda ise ekonomik istikrarın sağlanması için harcamaları kısarak, vergilerin arttırılması yoluna gidilir. Bu sayede talebin azalmasını sağlar ve buna bağlı olarak da genel fiyat düzeyi düşer.

Dış Ticaret Çarpanı

Toplam harcamalarda belli miktar artışın milli gelirde birkaç kat büyüklüğünde artış doğurmasına “çarpan” (multiplier) mekanizması denilmektedir.

Açık ekonomilerde çarpanın elde edilişi şöyle açıklanabilir.

Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi üst ve alt kısımlardaki E noktasında, başlangıç toplam eksilmeler, toplam eklentilere eşitlenmektedir. Milli Gelir YE düzeyinde dengede olmaktadır.

S + M = I + X




Otononom harcamalardan*1 birisinde, örneğin ihracatta bir değişme meydana gelmiş olsun. Bu durum nedeniyle, milli gelir yükselecektir ve o zamana kadar mevcut olan denge bozulacaktır.

Milli Gelirdeki artış, aynı şekilde tasarruf ve ithalatta da bir artış etkisi yaratmaktadır. Sonuç olarak, tasarruf ve ithalatta ortaya çıkan bu artışlar ile yatırım ve ihracattaki artışlar eşit olduğunda yeniden milli gelir söz konusu dengeye ulaşabilecektir.

Özetle, yeni milli gelir dengesini aşağıdaki koşulu sağlayan düzeyde gerçekleşecektir.

ΔI + ΔX = ΔS + ΔM

Bu koşuldan elde edilecek çarpan (k) katsayısının değeri aşağıdaki formülle bulunmaktadır.

k = 1/MPS + MPM

MPS: Marjinal Tasarruf Eğilimi (marginal propensity to saving)
MPM: Marjinal İthalat Eğilimi (marginal propensity to import)

Milli Gelirdeki değişme ise aşağıdaki formüle göre hesaplanabilmektedir.

ΔY = 1/MPS+MPM (ΔI+ΔX)

Formülden anlaşılabileceği gibi açık ekonomilerde çarpanın değeri marjinal tasarruf eğilimi ile marjinal ithalat eğilimleri toplamının tersine eşit olmaktadır.

Açık ve Kapalı ekonomi arasındaki farka istinaden kapalı ekonomide sadece marjinal tasarruf eğiliminin tersine eşit olmaktadır.

Bu nedenle açık ekonomi çarpanının değeri kapalı ekonomi çarpanından daha küçük olmaktadır. Bu da Keynes modeline göre ortaya konan doğal bir sonuçtur. Çünkü açık ekonomilerde milli gelir akımından ayrılan sızıntılar tasarruflarla birlikte ithalattan oluşmaktadır.

Açık ekonomilerde de milli geliri etkilemesi açısından ihracat ve öteki harcama kalemlerindeki değişmeler arasında bir farklılık görülmez. Neticesinde, yukarıdaki formülde ihracat yerine otonom yatırımların artması da aynı etkiyi doğurmaktadır.

Açık ekonomi çarpanı üstteki grafikte görülmektedir. Örneğin ihracatta ΔX kadar bir artış, grafiğin üst kısmında toplam harcamaları I+X' düzeyine çıkartmıştır. Sonuç olarak milli gelirin ΔY kadar artmasına neden olmuştur.

Grafiğin alt kısmında bunun etkisi X-M fonksiyonunun X'-M biçiminde yukarıya kayması ile gösterilmektedir. Görüldüğü gibi ihracat artışından sonra Milli Gelir Dengesi YF gibi yeni bir denge noktasına kaymıştır. Dış ticaret bilânçosu açığı da FYF düzeyine inmiştir.

Yazının üst kısmında vermiş olduğumuz formülü somut bir örnek üzerinde gösterelim.

Diyelim ki, marjinal tasarruf eğilimi 0,20 ve marjinal ithalat eğilimi 0,05 dir.

Bu durumda çarpanın değeri ne olmaktadır?

Mesela ihracatta 100 liralık artışın milli gelirde yarattığı artış ne kadar olmaktadır (çarpan katı artış söz konusu olacaktır)

Bu değerler formülde yerine konulursa, çarpan katsayısı:

k = 1/(0,20+0,05)
k = 4
olarak bulunur.

Milli Gelir artışı da ΔY = k . ΔX = 4 . 100 = 400 olmaktadır.



1.Otonom harcama temel olarak ekonomide kendisi dışında hiçbir amaç gütmeyen işlemleri ifade eder. Bu ayrımı örnekle şöyle ortaya koyabiliriz. Ekonomideki ithalat veya ihracat insanların günlük ihtiyaçlarına yönelik olmaktadır. Yani bu durumdan başka bir amaca sahip değildir. Fakat, merkez bankasının yaptığı döviz alım ve satımları ise, amaç olarak ekonominin düzenlenmesine yöneliktir. Yani kendisine ait bir amaç taşımamaktadır.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Kapalı Ekonomide Milli Gelir

Bu yazımızda dış ticarete kapalı bir ekonomide milli gelirin denge koşulları üzerinde duracağız. Ancak bunu gerçekleştirirken bazı basitleştirici varsayımlardan hareket edilecektir.

Ayrıca bu yazıdaki milli gelir analizleri Keynesian görüşlere göre yapacağımızı söyleyebiliriz.

Detay NOT: Kısaca, ekonomi eksik kapasite olarak varsayılmaktadır. Toplam arz ve toplam talep eğrisi analizlerinde ekonomi halen toplam arz eğrisinin yatay eksene paralel olduğu kısmında faaliyet göstermektedir. Bu durumda toplam talepteki değişme yalnızca ulusal hasılayı etkileyecek ve genel fiyat düzeyi sabit kalacaktır.
Yazımızda hükümet kesimi görmezden gelinecek yani kamu harcamaları ile vergilerin bulunmadığı kabul edilecektir. Ayrıca amortismanlar da analiz dışında bırakılacaktır. Fakat bu kavramların ortaya koyacağı etkiler belirtilerek basit analizin üstüne nasıl eklebilecekleri açıklanacaktır.

Bu varsayımlar altında önceki yazımızda yaptığımız milli gelir tanımlarının hepsi eşit olmaktadır. (basitleştirici yaklaşım sonucu) Yani, GSYİH, GSMH, NYİH, Milli Gelir ve Kullanılabilir Gelir kavramları birbirine eşitlenmiş olmaktadır.

Bu bağlamda bir ekonomide üretilen nihai mal ve hizmetlerin toplam değeri milli gelire, o da yapılan toplam harcamalara eşit kabul edilecektir. Keynes modelinin temelini oluşturan bu eşitlikler bir ekonomide toplam faaliyet hacmini belirleyen 3 tür akım olduğunu ifade etmektedir. Bu akımlar, ÜRETİM, GELİR ve HARCAMA akımlarıdır.

Toplam üretim, bahsettiğimiz basitleştirici varsayım altında (devlet harcamaları ve vergileri yok sayıldığında) tüketim harcamaları (C) ile yatırım harcamalarından (I) oluşmaktadır. Bu duruma göre Keynes modelinde ulusal gelir ve hasıla düzeyinin dengesi için toplam hasılanın (Y), planlanan tüketim ve planlanan yatırım toplamına eşit olması gereklidir.

Y = C + I

Yatırım harcamalarının gelirden bağımsız olduğunu kabul ettiğimizde, bu tür yatırımlara “otonom yatırım” (autonomous investments) denilmektedir. Otonom yatırımlar “I” ile gösterilmektedir.

Fakat ekonomide tüketim harcamaları gelirin artan bir fonksiyonu olmaktadır. Yani Gelir arttıkça Tüketim artar, Gelir azaldıkça Tüketim azalır.

Tüketim ile Milli Gelir arasındaki bu doğru orantılı ilişki “tüketim fonksiyonu” (consumption function) adını almaktadır.

C = C(Y)

Milli Gelir denge koşulu bu tanımlamalara göre yeniden yazılırsa şu şekli alır.

Y = C(Y) + I

Milli Gelirin tüketilmeyen kısmı, tasarrufa (saving – S) ayrılır. Buna göre tasarruf denklemi şöyle olmaktadır.
S(Y) = Y – C(Y)

Tüketim gibi tasarruf da milli gelirin artan bir fonksiyonudur. Buna da “tasarruf fonksiyonu” (saving function) denilmektedir.

Gelirdeki bir artışın tamamı tüketilmeyip bir kısmı tasarrufa ayrıldığına göre, buradan şu tanımlar yapılabilir.

Tüketimdeki artışın ΔC, buna neden olan gelir artışına ΔY oranına (yani ΔC/ΔY’ye)
Marjinal Tüketim Eğilimi (Marginal Propensity to Consume) adı verilmektedir. Yani marjinal tüketim eğilimi, gelirdeki 1 birimlik artışın ne kadarının tüketildiğini göstermektedir. Bunun gibi, tasarruftaki artışın ΔS gelirdeki artışa ΔY oranı ise ΔS/ΔY marjinal tasarruf eğilimi (MPS – Marginal Propensity to Save) adını almaktadır. Hükümet kesiminin bulunmaması düşüncesi altında ΔY=(ΔC+ΔS) özdeşliği marjinal tüketim eğilimi ile marjinal tasarruf eğilimi toplamlarının 1 e eşit olmasını gerektirir.

MPC + MPS = 1

Üstteki yazımızda bir ekonomide birbirinin özdeşi 3 makro akımdan söz etmiştik. Bunlar mal ve hizmet üretim akımları, toplam harcama akımları ve toplam gelir akımları idi.

Şimdi gelir akımlarının dikkate alalım.

Gelir sahipleri bu gelirlerin bir kısmını tüketime yöneltmektedir, bir kısmını da tasarruf etmektedirler. Bu bakımdan milli geliri kullanım yönünden aşağıdaki gibi yazabiliriz.

Y = C(Y) + S(Y)

Üretim açısından Milli Gelir aynı zamanda tüketim ve yatırım harcamaları toplamından oluştuğu için, (Y=C(Y)+I), bu iki denklemden aşağıdaki eşitlik elde edilir.

I = S(Y)
Tasarruf-Yatırım eşitliği adı verilen bu denklem Milli Gelir dengesini değişik bir açıdan gösteren temel bir koşuldur. Buna göre, kapalı bir ekonomide Milli Gelir, yatırımların tasarruflara eşitlendiği düzeyde dengeye ulaşmaktadır.

Yatırımlar ekonomide toplam harcama akımına yapılan "eklentiler" (injections), tasarruflar ise harcama akımından ayrılan "sızıntılar" veya "eksilmeler" (leakages) durumundadır. O bakımdan Milli Gelirin temel denge koşulu toplam harcama eklentilerin toplam sızıntılara eşitlenmesi olarak ifade edilebilir.

Milli Gelir denge koşulunun ekonomik anlamı şöyle açıklanabilir. Milli gelir, toplam harcamaların toplam üretime (GSMH) eşitlenmesi ile denge ulaşmaktadır. Bu da planlanan yatırımların, tasarruflara eşitlenmesiyle gerçekleşebilmektedir, veyahut toplam harcamaya yapılan eklentilerin ondan ayrılan sızıntılara eşitlenmesiyle.

Eğer dönem başında planlanan harcamaların yapılan üretimden düşük olduğunu kabul edersek, *bu durumda ekonomide talep yetersizliği problemi oluşacaktır. Yani, firmalar ürettikleri malları satabilmek için yeterli talep bulamayacaklardır. Satılamayan bu mallar stoklara atılacak ve böylece stoklarda aşırı birikme yaşanacaktır. Eğer bu talep yetersizliği böyle devam ederse, üretim kısılacak ve mevcut işçiler işten çıkartılacaktır. Bu durum ekonominin bir durgunluğa (recession) girmesi yani Milli Gelirin daralması sonucunu meydana getirmektedir.

Toplam harcamaların üretimi aşması durumunda ise *bu mekanizma üsttekinin tersi yönde gerçekleşecektir. Üretim talebe cevap veremeyince aşırı talep önce stokları tüketecek, sonra da yeni işçilerin işe alınmasını sağlayacak ve üretim arttırılmasıyla karşılanacaktır. Sonuç olarak milli gelirdeki artış, toplam üretimin toplam harcamalara eşitlenmesine sürecektir. Bu eşitliğin sağlandığı düzeyde dengeye ulaşılmış olacaktır.


Kapalı Ekonomide Milli Gelir Dengesinin Grafikle Gösterimi

Kapalı bir ekonomide kamu kesiminin analiz dışı bırakılması durumunda milli gelir dengesi aşağıdaki grafikte gösterilmiştir.

Grafiğin üst kısmı toplam planlanan harcamaları ve ulusal hasıla yaklaşımını göstermektedir. Alt kısmı ise planlanan tasarruf ve yatırım eşitliği ile Milli Gelir Dengesini yansıtmaktadır.

Üstteki grafiğin yatay ekseninde milli gelir ve hasıla düzeyleri, dikey ekseninde ise harcamalar ölçülmektedir. Orijinden geçen 45 derecelik doğru üzerindeki her noktada toplam planlanan harcamalar toplam planlanan üretime eşit bulunduğu için milli gelir dengesi bu doğru üzerindeki noktalarda gerçekleşmektedir.

Tüketim, milli gelirin artan bir fonksiyonu olduğundan dolayı C(Y), tüketim fonksiyonu pozitif eğimli bir doğru durumundadır. Bu doğrunun eğimi, tüketimdeki bir artışın gelirdeki artışa oranına, yani marjinal tüketim eğilimine eşittir. Yatırımların milli gelire bağlı olarak değişmediği, yani otonom olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle I gibi bir otonom yatırım miktarını tüketim fonksiyonuna eklediğimizde elde edilen C(Y)+I biçiminde, ya da toplam harcama doğrusu C(Y) ye paralel biçimde yukarı doğru kayması olarak ifade edilebilir.

Toplam harcama doğrusunun 45 derecelik doğruyu kestiği noktaya rastlayan YE gelir düzeyi denge milli gelirini temsil etmektedir. Çünkü bu gelir düzeyinde toplam planlanan harcamalar planlanan ulusal üretime eşitlenmektedir.

Açıklamalardan anlaşılacağı gibi Milli Gelirin dengede olması, ulusal geliri daralma ve genişleme yönünde harekete geçirecek bir etkinin varolmaması demektir.

Örneğin, grafiğe göre YE nin altında YA gibi bir noktada toplam planlanan harcamalar, planlanan ulusal üretimden büyük olduğu için bu gelir düzeyinde denge henüz sağlanmamıştır. Bu yüzden Milli Gelirde YE düzeyine ulaşıncaya kadar genişleme söz konusudur.

Tersi durumda, YE nin üzerindeki örneğin YB gibi bir noktada planlanan harcamalar planlanan üretimden daha az olduğu için milli gelir daralmaya başlayacaktır. Bu daralma YE denge düzeyine erişilinceye kadar devam edecektir.

Grafiğin alt kısmı üsttekinin bir tekrarı gibidir. Burada da yatay eksen milli gelir düzeylerini gösterir, dikey eksende ise tasarruf ve yatırımlar yer almaktadır. Yatırımların otonom olması dolayısıyla I planlanan yatırım miktarı, yatay eksene paralel olarak çizilen bir doğru ile gösterilmektedir. Ancak tasarruf milli gelirin artan bir fonksiyonu olduğundan tasarruf fonksiyonu pozitif eğimli bir doğru biçimindedir. Bu doğrunun eğimi yine marjinal tasarruf eğilimini ifade etmektedir. Milli Gelir dengesi planlanan tasarrufların planlanan yatırımlara eşit olduğu YE düzeyinde gerçekleşmektedir, bu üstteki denge düzeyi ile aynı olmaktadır.

Harcama kalemlerinin birindeki belirli miktar artışın milli gelirde meydana getireceği toplam artışa çarpan ve çoğaltan (multiplier) denilmektedir. Kapalı ekonomilerde çarpan (k) marjinal tasarruf eğilimi (MPS)’nin tersine eşit olmaktadır.

k = 1 / MPS = 1 / 1-MPC

Çarpanın sözlü ifadesi şöyle gösterilebilir. İlk aşamada eğer 100 TL tutarında bir harcama yapılması, başkalarının gelirinin bu miktarda artması anlamına gelecektir. Marjinal tüketim eğiliminin 0,8 olduğunu kabul edersek (çarpanın 1/1-0.8 = 5) olması beklenir. Onlar da 100 TL lik gelir artışının 20 TL sini tasarruf olarak tutacak, 80 TL sini tüketime harcayacaktır. Böylece ikinci aşamanın ardından gelir artışı 180 TL ye yükselmiş olacaktır.

Üçüncü aşamada kişiler yine 80 TL lik gelirlerinin 20% si olan 16 TL yi tasarruf edecek, 64 TL sini tüketeceklerdir. Bu aşama artışların sonucunda gelirdeki toplam artış 500 TL yi bulmuş olacaktır. 100x5=500 TL

Dikkat edilirse tasarruflar harcama akımından ayrılan sızıntılar durumunda olduğu görülmektedir. Bu nedenle, marjinal tasarruf eğilimi ne derece yüksek olursa her aşamada tüketime yöneltilecek miktar o derece düşük olacaktır. Bu duruma paralel olarak gelir artışları da düşük olacaktır.

Normal koşullar altında marjinal tasarruf eğiliminin değeri sıfırdan büyük ve 1 den küçük olduğu için, yani (0 < MPS < 1) olduğundan çarpanın değeri 1 den büyük olacaktır. Çünkü k = 1/MPS Diğer taraftan, yukarıda verilen örnekte otonom yatırımlardaki bir artışın yaratacağı çarpan etkisi üzerinde duruldu. Ancak gelirde yaratacağı artış açısından yatırımlardaki artış ile öteki harcama kalemleri arasında bir değişiklik bulunmamaktadır. Aynı etkiyi örneğin otonom tüketim harcamaları, ya da ihracat veya kamu harcamaları da yapabilmektedir. Bu nedenle yatırım çarpanı yerine genel bir ifade ile harcama çarpanı deyimi de kullanılabilmektedir.