14 Ocak 2015 Çarşamba

Yaşamın Anlamı

Dünyanın süregelen tarihi dışında, kendimiz ve varlığımız hakkında doğumdan önceki zaman hakkında herhangi bir bilinçli bilgiye sahip değiliz. Var olmadan önceki zamanlarımızda bu dünya ve üzerindeki yaşam bizim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Böyle bir dünyanın, böyle bir yaşamın olduğu hakkında hiçbir fikrimiz olmadığı gibi bunu düşünecek bir bilince de sahip olmadığımız tahmin edilmektedir. Fakat bir gün geldi ki, her insan gibi biz de bilinçsizliğin karanlığından uyanıp, bu hayatta var olmaya başladık.

Bilinçli bir varlık olarak var olmadan önce, temel olarak acı ve mutluluk duygumuz yoktu ve bu kavramlar bizim için bir karşılık ifade etmiyordu. Yani var olmadan önce hiçbir şey bizi üzemez, incitemezdi. Pek tabii ki ayrıca hiçbir şey de mutlu edemezdi. İki durumun kıyaslanmasında dikkat çekmemiz gereken önemli nokta ise insanın doyumsuz bir mizaca sahip olmasıdır. Doğal olarak, peşinde koştuğumuz her şey onu elde ettiğimiz andan itibaren eski değerinde olmaz. İnsanoğlunun doğası budur. Bu temel ekonomi biliminde marjinal fayda olarak açıklanır, felsefede insanın tatminsizliği olarak tanımlanabilir. Bir şeyi ne kadar çok istersek isteyelim, onu elde ettiğimizde eskiden istediğimiz kadar onu istemeyeceğimiz kesindir. Hayatın başlarında neler umut edersek edelim, hayat bize neler vaat ederse etsin, mutluluk hep elde ettiğimizden daha fazlasını istemek olurken, pek çok insan gibi tam anlamıyla mutlu olamıyoruz. Sonuç olarak, yaşam bir illüzyon olarak kabul edilebilir. Çok fazla arzu edilen şeyler asla gerçekleşmez. (belki de çok fazla arzu edilmesinin sebebi de budur), ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu görene kadar. Çünkü artık onu o kadar fazla arzu etmeyiz.

Mutluluk insanlar için her daim ya gelecekte ya geçmiştedir. İçinde bulunduğumuz zamanı ise gökyüzündeki belli oranda küçük bir buluta benzetebiliriz. Bulutun önü ve arkasında her şey günlük güneşlikken, yalnızca kendisi üstünde olduğu alanı gölgede bırakır. Aksine acı duymak ise mutluluk kavramını tam olarak karşılamamaktadır. Acı duymak kesindir, katidir. Öyle acılar vardır ki, o an içerisinde ızdırap sahibine ne verilirse verilsin etkisini bir kademe bile azaltmaz. Fakat, bir acı en mutlu anınızda bile sizin derinden etkileyebilir. Bunu örneklendirmek sizin hayal gücünüze kalmıştır.

Acı ile mutluluk karşılaştırıldığında, hangisinin daha güçlü olduğunu da bu şekilde görmüş olursunuz. Konumuzun başına döndüğümüzde ise var olmamızın iki temel ayrıcalığı mutluluk ve acı duymak olduğundan varlığımızın aslında bizler için bir ızdırap olduğunu görebiliriz. Bu dini olarak da çok önemli bir kavramdır. Ölümden sonraki yaşam neredeyse tüm kadim dinlerde, sonsuz ve dertsiz, tasasız (yani kısaca acısız) tasvir edilirken, mutluluk kavramı herkes için açık bırakılmıştır.



2 Ocak 2015 Cuma

Okyanusya Mitolojisi

Okyanusya Mitolojisi

18 yüzyıla kadar yani keşfedilene kadar, gerek pasifik adalarındaki kabileler, gerekse Avustralya’daki Aborijin halkının kültürleri dünyadaki diğer toplumlardan kopuktu ve geleneksel bir yaşam tarzı sürdürülmekteydi. Meşhur Paskalya Adası’nın (yerlilerin dilindeki ismiyle Rapa Nui) sakinleri dışında, yazıya dayalı bir kültür olmayışı nedeniyle klanların kültürlerinde efsanelere dair bilgilerin şarkılar ve hikayeler aracılığıyla aktarılması önemli yer tutmaktaydı. Bugün bile bu durum aynı şekilde devam etmektedir. Beyaz göçmenler bu kültürlere çok farklı şekillerde yaklaştı. Aydınlanma sonrası Okyanusya insanları “mutlu vahşiler” olarak romantikleştirilmiş ve belli ölçüde koruma altına alınmıştır. Avustralya Aborijinleri ve Yeni Zelanda’nın savaşçı Maorileri “barbar vahşiler” olarak anıldı ve baskı altında tutuldu.

Okyanusya adaları Polinezya, Melanezya ve Mikronezya denen üç bölgeye ayrılır. Yeni Zelanda Maorilerinin yanısıra Hawai ve Paskalya Adası (Rapa Nui) sakinleri Polinezya kültürü grubuna girmektedir. Bu adaların yerleşime açılması büyük ihtimalle MÖ 1500 lerde Tayvan ve Filipinlerden teknelerle gelen insanların göç dalgasıyla başladığı düşünülmektedir. İlk göç eden çiftçiler daha sonra göç eden ve daha donanımlı olan soyluların egemenliği altına girmiştir. Yeni göçmenlerin kurduğu katı hiyerarşik sosyal düzende, kökenlerini ya da soy çizgilerini kültürel kahramanlar olarak tapınılan ilk göç eden soylulara dayandırabilenler yüksek statüye kavuşmuşlardı.

Sosyal hiyerarşi efsanelerde ve tanrıların dünyasında da izler bırakmıştır. Tanrı hiyerarşilerinin üst kademelerinde de çoğu kez yaratıcı ilahlar oturmaktaydı. Ara kademedeki tanrılar ise çoğu kez ay ve güneş gibi doğal olgularla ya da savaş ve doğum gibi kültürel olgularla özdeşleştirilmiştir. Ata ruhları ise en alt kademede yer almıştır. Okyanusya halklarının mitolojik manevi dünyasına “mana” ve “tabu” kavramları sinmiştir. Mana şaşırtıcı güçte bir manevi yaşam enerjisini belirtmektedir. Bu enerji kendisini olağan dışı doğal olgularda, insan başarılarında veya bir klan ya da aile için özel önem taşıyan nesnelerde dışa vurabilmekteydi. Tabular insanlar, hayvanlar, yemekler, yerler ve hepsinden önemlisi, ölümle veya cesetle ilintisi olan her türlü şey için geçerli olabilmekteydi. Genellikle belli bir süreyle de ilişkilendirilmekteydi. Yasak konmuş tabu nesnelerine hiçbir şekilde dokunulamaz. Çoğunlukla tabular sosyal hiyearşiyi ayakta tutmak için kullanılmıştır, söz konusu tabular belli insanlar veya ehil kişiler için sınırlı bir geçerlilik ya da hiç geçerli sayılmazdı.

Okyanusya Yaratılış Efsaneleri
Okyanusya’nın ada toplumlarının yaratılış efsaneleri değişkendir. Farklı bölgelerde farklı efsanelerin görüldüğü bilinmektedir. Yeryüzünün yaratılışını ve toplumun tanrısal yapısını anlatan bu efsanelerin ana karakterleri, yaratıcı tanrılar ve insanlığa daha iyi tekne yapım teknikleri ve ulaşım becerileri gibi atılımları kazandıran pek çok yarı tanrılardır.

Önde gelen kabile reisleri, toprak sahipleriydi. Toplumda yüksek mevkileri vardı ve mana denen bir manevi güç taşıdıklarına inanılırdı. Polinezya adalarındaki birçok toplum Tangaroa’yı en yüksek mertebedeki yaratıcı tanrı ve üst sınıfların ilk atası olarak görmekteydi. Diğer ada toplumları ise IO ve IHO veya KIHO adıyla anılan tek bir yaratıcı tanrıya taparlardı. Maori tanrılarının kökeni ilk tanrısal atalar gök baba Rangi ile toprak ana Papa’nın evlenmelerine dayandırılırdı.

Tangaroa’nın yumurtadan çıkışı
Okyanusya hakları tarafından yaşamın temelini onun attığına inanılırdı. İnanışa göre, gökyüzünün ve yeryüzünün doğuşu onun dünya yumurtasından çıkışının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yumurtayı çatlatarak kırmasıyla birlikte, üst taraf gökyüzüne alt taraf yeryüzüne dönüşmüştür.

Tiki
Okyanusya mitolojisindeki ilk insan olarak kabul edilir. Tanrısal varlıklar Rangi ve Papa’nın oğludur. Başlangıçta tek başınadır. Kendi imgesini bir gölcükte görünce hemen üzerine atlar, fakat bu hayal kırıklığı sonrası Tiki şişerek, bir kadının doğmasına sebep olmuştur.


Geleneksel Okyanusya dünya görüşü bu dünya ile öbür dünyayı, yani maddi gerçeklikle ile doğaüstü manevi ortamı kesin çizgilerle birbirinden ayırmaz. Atalar, koruyucu ruhlar olarak dünyada önemli bir rol oynadığına inanılırdı. Onlardan yardım istenir, kızmamaları için törenler düzenlenir ve saygı gösterilirdi. Herkesin sahip olduğu makamı atasına dayandırması beklenirdi. Çünkü her nesnede ve kişide bulunan “mana”nın atalardan geldiğine inanılırdı. Bunu günümüzde biz öldükten sonra bile kaybolmayan enerji kavramı ile ilişkilendirebiliriz. Atalara sanki ailenin yaşayan bir mensubu gibi davranılması gerekirdi, bu sayede onları koruyacağı düşünülürdü. Ölen bir kişinin dünyadan ayrıldığını söylemek yerine, varoluşun daha yüksek bir katına yükseldiği söylenirdi. Ayrıca manevi gücün insan kafatasında olduğuna inanılırdı. Ataların kafatasları çoğu kez yıkanıp, boyanır ve süslenirdi. Daha sonrada evlerin onur verici bir köşesine yerleştirilirdi. Diğer yandan bazı halklarda görülen kelle avcılığı da mana inancı dayanmaktaydı. Bir kelle avcısı düşman bir savaşçının kafatasını aldığında, onun manasını ele geçirmiş olurdu.