31 Ocak 2012 Salı

Belediyelerin Gelirleri

Türkiye 1981 yılına gelinceye kadar belediyenin gelirleri oldukça yetersiz ve dağınık bir durumdaydı. Tıpkı İl Özel İdareleri’nde olduğu gibi. Belediyelerde de bazı devlet gelirlerinde belirli oranlarda pay verilmesi yöntemiyle gelir aktarılmaktaydı. 1981 yılında çıkarılan 2380 sayılı yasayla pay verme yöntemi ile önemli değişiklikler yapılmış, artık belediyelere genel bütçe vergi gelirleri hasılatı toplamı üzerinden belirli oranlarda pay verilmesi öngörülmüştür.

1985 yılında emlak vergisi genel bütçe gelirlerinden çıkarılarak mahalli idarelere bırakılmıştır. Ancak 5272 sayılı belediye yasası bu uygulamaya son vermiş ve emlak vergisi yalnızca belediyeler bırakılmıştır. 1993 yılında çevre temizlik vergisi uygulamaya konulmuş ve belediye gelirleri arasına dahil edilmiştir. Ancak bu düzenlemelere karşı belediyelerin finansman ihtiyacı yeterince karşılanamamıştır. Günümüzde mevcut uygulamada belediyenin gelirlerini 4 başlık altında toplamak mümkündür

1.1 Öz Gelir Kaynakları

1.2 2350 sayılı yasa çerçevesinde genel bütçe vergi gelirlerinden ayrılan paylar

1.3 Devlet yardımları ve fonlardan yapınla yardımlar

1.4 Diğer Gelirler

1.1 Öz Gelir Kaynakları

Belediyelerin öz gelir kaynakları şunlardır;

Vergiler

Harçlar

Harcamalara Katılma Payları

Vergiler

Belediyelerin öz gelir kaynaklarından birini oluşturan vergiler bir çok ülkede yerel yönetimlerin önemli gelir kaynaklarından birini oluşturmasına karşın ülkemizde oldukça düşük miktarlarda kalmaktadır. Ülkemizde belediye vergilerinin neler olduğu 1981 yılında yürürlüğe giren Belediye Gelirleri Kanunu’nun da belirtilmiştir. Bu vergileri yedi başlık altında toplamak mümkündür.

1. Çevre temizlik vergisi

2. İlan ve reklam vergisi

3. Eğlence vergisi

4. Haberleşme vergisi

5. Elektrik ve hava gazı vergisi

6. Yangın sigorta vergisi

7. Emlak vergisi

1. Çevre Temizlik Vergisi

1993 tarihinde uygulamaya giren Çevre temizlik vergisinin konusu ve kapsamına belediye sınırları ve mücavir alan içinde bulunan ve belediyenin katı atık toplama ve kanalizasyon hizmetlerinden yararlanan konut işyeri ve diğer şekillerde kullanılan binalar girmektedir. Verginin yükümlüsü ise her ne sıfat ve şekilde olursa olsun bu yerleri kullanan gerçek ve tüzel kişilerdir. Mükellefiyet binanın kullanımı ile başlar.

Çevre temizlik vergisinin 2003 yılı sonuna kadar olan uygulamasında sıvı atıklara ait çevre temizlik vergisi su tüketim bedeli ile tahsil edilirken. Katı atıklara ait vergi her yıl iki eşit taksitle alınmaktaydı.

Yapılan değişiklilerle çevre temizlik vergisinin ödenmesi ve hesaplanmasında yeni yöntemler uygulanmaya başlanmıştır. Yeni düzenlemeye göre konutlara ait çevre temizlik vergisi su tüketim miktarı esas alınmak suretiyle m3 başına Büyükşehirlerde 15 YKr diğer yerlerde ise 12 YKr olarak hesaplanmaktadır.

Belediyenin çevre temizlik hizmetlerinden yararlanan ancak su ihtiyacını belediyece kurulmuş su şebekesi dışından karşılayan konutlara ilişkin çevre temizlik vergisi belediye meclisince belirlenen dereceler üzerinden hesaplanmaktadır.

Büyükşehir belediye sınırları içinde bulunan belediyelerin kendileri tarafından tahsil edilen çevre temizlik vergisinin %20’si büyük şehir belediyelerine aktarılmaktadır.

2. İlan ve Reklam Vergisi

Belediye sınırları ve mücavir anlalar içinde gerçek yada tüzel kişilerce yapılan her türlü ilan ve reklamdan alınan vergidir. Bu vergi Büyükşehir belediyesinin yetki alanındaki bulvar, cadde ve ana yollar ile bu alanlara cephesi bulanan binalar üzerindeki her ilan ve reklamlarda büyük şehir belediyesi tarafından alınmaktadır. İlan ve reklam vergisinin mükellefi yurtdışından gönderilen ilan ve reklamlarda dahil olmak üzere ilan ve reklamı kendi adına yapan veya yaptıran gerçek ve tüzel kişilerdir. Verginin tutarı ilan ve reklamların türü ve yayınlandığı yere bağlı olarak 1Kr ile 150TL arasında değişmektedir.

3. Eğlence Vergisi

Bu verginin konusu gerçek yada tüzel kişilerce işletilen eğlence yerlerini kapsamaktadır. Eğlence vergisi biletle girilen eğlence yerlerinde bilet bedeli olarak elde edilen hasılat üzerinden. Biletle girilmesi zorunlu olmayan bar, gazino, disko, taverna vb yerlerde, işin niteliğine göre çalışılan her gün için yasalarda belirtilen ölçüler içerisinde saptanacak bir miktar olarak alınır.

4. Haberleşme Vergisi

Belediye sınırları ve mücavir alanlar içinde posta, telgraf, telefon işletmesi tarafından tahsil edilen data ücretleri tesis, devir ve nakil ücretleri hariç diğer hizmetler üzerinden alınan bir vergidir. Haberleşme verisinin matrahı tesis, devir ve nakil ücretleri hariç olmak üzere tahsil edilen ücretlerden oluşmaktadır. Haberleşme vergisinin mükellefi ise telefon, teleks, faks ve data ücretlerini tahsil eden posta telefon telgraf idaresidir.

5. Elektrik ve Hava Gazı Vergisi

Bu verginin konusu belediye sınırları ve mücavir alanlar içinde elektrik ve doğalgaz tüketiminden alınan vergidir. Verginin matrahı tüketilen elektrik ve hava gazının satış bedelidir.

6. Yangın ve Sigorta Vergisi

Belediye sınırları ve mücavir alanlar içindeki menkul ve gayri menkul mallar için yapılan yangın sigortaları dolayısıyla alınan primler. Yangın sigortası vergisine tabidir.

7. Emlak Vergisi

5393 sayılı yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte Büyükşehir belediyelerine ve il özel idarelerine pay verilmesi usulüne son verilmiştir. Büyükşehir belediyelerinin olduğu yerlerde Büyükşehir sınırları ve mücavir alanlar içinde emlak vergisi bina ve arazi vergisi olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Emlak vergisinin matrahı bina – arsa ve arazilerin beyanname verme tarihindeki normal alım - satım bedelidir. Ancak yeni inşa edilen binaların vergisi arsanın veya arsa payının vergisinden az olamaz.

Emlak vergisinin mükellefi bina, arsa ve arazinin maliki varsa intifa hakkı sahibi her ikisi de yoksa bina arsa ve araziden malik gibi tasarruf edenlerdir.

Harçlar

Belediyelerin toplamış olduğu harçlar 2464 sayılı belediye gelirleri yasasının 2. kısmında düzenlenmiştir. Bu yasaya göre toplam 12 adet harç vardır.

a) İşgal harcı

b) Tatil günlerinde çalışma ruhsatı harcı

c) Kaynak suları harcı

d) Tellallık harcı

e) Hayvan kesimi, muayene ve denetleme harcı

f) Ölçü ve tartı aletleri denetleme harcı

g) Bina inşaat harcı

h) Kayıt ve suret harcı

i) İmar ile ilgili harçlar

j) İşyeri açma izni

k) Muayene, ruhsat ve rapor harcı

l) Sağlık belgesi harcı

Harcamalara Katılma Payları

Belediye gelirleri kanununa göre harcamalara katılma payları 3 türlüdür.

A) Yol Harcamalarına Katılma Payları

B) Kanalizasyon Harcamalarına Katılma Payları

C) Su Tesisleri Harcamalarına Katılma Payları

Yol Harcamalarına Katılma Payları

Belediyelerce veya belediyelere bağlı kuruluşlarca inşa tamir ve genişletilmeye tabi tutulan yolların iki tarafında bulunan yada başka bir yola çıkışı olmaması dolayısıyla bu yoldan yararlanan gayri menkul sahiplerinden alınmaktadır.

Kanalizasyon Harcamalarına Katılma Payları

Belediyelerin yeni kanalizasyon tesisleri yapmaları var olan kanalizasyon tesislerini sağlık ve fen koşullarına göre iyileştirmeleri durumunda bu hizmetten yararlanılanlardan alınır.

Su Tesisleri Harcamalarına Katılma Payları

Belediye veya belediyelere bağlı kuruluşlarca beldede su tesisleri yapılaması halinde dağıtımın yapıldığı alan içindeki gayri menkul sahiplerinden alınmaktadır. Harcamalara katılma payları bina ve arsalarda vergi değerinin %20’sini geçemez. Mükelleflerin ödeyeceği paylar hizmetin tamamlanarak halkın kullanımına sunulmasından sonra belediyelerce veya bağlı kuruluşlarca payların ilan ve tebliğ edildiği yılı takip eden yıldan itibaren 2 yılda ve 4 eşit taksitte peşin ödemelerde tahakkuk tarihinden itibaren 1 ay içinde tahsil olunmaktadır.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Weber Eleştirisi

Weber modeline ilişkin değerlendirmeler, başlıca şu noktalarda toplanabilir.

Weber, bürokrasiyi “ideal tip” olarak ele almıştır. Bu nedenle Weber’in bürokrasi kavramı, bütün mevcut bürokrasilerin özelliğini taşımamakta ve hepsini temsil etmemektedir. Mükemmel bir bürokratikleşme bütünüyle gerçekleşmeyeceğine göre, Weber’in tanımladığı bürokrasi tipine uyan bir örgüt biçimi de bulunmayacak demektir. Böylece Weber’in modeli, “sosyal realiteyi” tam olarak yansıtmayan metodolojik bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bununla beraber Weber’in bürokrasi analizi, ampirik araştırmalar için bir model niteliğinde görülebilir. Ve günümüz örgütlerinin bu modele ne ölçüde uydukları değerlendirilebilir. Modern örgütlerdeki bürokratik davranış biçimi, Weber’in düşündüğünden oldukça farklıdır. Sanıldığı gibi bürokrasi, rasyonel olarak işlememektedir. Üst düzey yöneticilerin çoğu, teknik yetenekten yoksundur. Bürokraside keyfi olarak konulmuş kurallar bulunmaktadır. Bürokratik örgütlerde informel (gayri resmi) yapı, formel (resmi – biçimsel) yapının yerini almakta ya da onu alt üst etmektedir.

Weber’in analizi, yalnızca formel bürokratik örgütleri kapsamaktadır. Örgütlerin formel yapısı, yasalar ve idari düzenlemelerle tanımlanmakta ve belirlenmektedir. Weber bürokratik örgütlerin içindeki informel ilişkileri ve uygulamaları dikkate almamıştır. Ona göre, resmen belirlenmiş kural ve ilişkilerden sapma, istisnai ve bireysel durumlarla ilgilidir. Oysa, daha sonra yapılan araştırmalar bu yaklaşımın yanlış olduğunu göstermektedir.

Weber’e göre formel yapıdan sapma, idari verimliliğe zarar verir. Oysa, örgütlerdeki bir takım gayri resmi ilişkiler ve uygulamalar, genellikle verimli çalışmaya katkı sağlamaktadır. Weber, bürokrasiyi, içinde çalışanlardan bağımsız ve soyut bir yapı olarak ele almıştır. Bu yüzden, resmi bir yapı olan bürokratik örgüt ile çalışanlar arasındaki psikolojik çalışmalara değinmemiştir.

Weber, İşbölümüne dayalı uzmanlığın, resmi hiyerarşik otoriteyi etkisiz hale getirebileceğinin farkına varamamıştır. Üst düzeydeki resmi otorite, uygulamada teknik konularda uzman olan astlara bağımlı hale gelmektedir. Günümüzde otoritenin en önemli kaynaklarından biri, uzmanlık ya da bilgidir. Çünkü bilgi, resmi otoriteden daha güçlü etkiye sahiptir.

Weber’in ideal tip bürokrasi analizi, günümüz otoritelerinin pek azında kullanılabilir. Çünkü bu analiz, toplumlar arasındaki geniş kültürel farklılıkları dikkate almamıştır. Bürokrasi, içinde bulunduğu çevreden soyutlanarak incelenemez; o toplumun kültürel, siyasal, ekonomik, sosyal ve tarihi özelliklerinin ya da şartlarının izlerini taşır.

Weber’e göre örgütlerdeki etkinliği sağlamak için, işlemlerin resmi kurallara sıkı bir şekilde bağlı kalınarak yürütülmesi gerekir. Kurallara katı bir şekilde bağlılığın, kuşkusuz bazı olumlu sonuçları olsa da, olumsuz yönleri de bulunmaktadır. Her şeyden önce, ayrıntılı kurallar ve resmi işlemlerin bunlara aynen uydurulması gayretleri, memurların girişim gücünü ve takdir yetkilerini sınırlamakta ve dolaysıyla yönetimin, değişen şartlara uyum sağlamasını engelleyebilmektedir.

Bürokraside kurallar, zaman içinde kemikleşir ve değişen şartlara karşı bir direnç oluşturur. Ancak bürokrasi dışından bir otorite, onu yeni şartlara uyduracak reformlar başlatabilir. Öte yandan, ayrıntılı kurallar, çalışanların kendi kendilerini disipline etme yeteneğini geliştirmediği gibi, iyi yönetim geleneklerinin oluşmasını da önleyebilir. Bu nedenle etkin yönetim metodu, kişilerin kendi kendilerini disipline etme yeteneğini geliştirici ve çalışmaları motive edici nitelikte olmalıdır.

Genele olarak bütün bürokrasiler muhafazakârdır. Hangi parti iktidarda olursa olsun, bürokrasinin muhafâzakar tutumundan dolayı, reformcu programını uygulamakta güçlük çeker. Bürokrasinin bu davranışına “bürokratik konservatizm” denilir.

Weber’in yasal – rasyonel bürokrasisi, Batıdaki kurumsal gelişmeler göz önünde tutularak ortaya konulmuş ve daha çok sanayi toplumu için geçerli bir modeldir. Formel, aşırı kuralcı, katı hiyerarşik ve merkeziyetçi olan bu model, günümüz toplumlarının şartlarına ve ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Bu nedenle 1980’den sonra çok yönlü, yoğun ve özünü değiştirecek eleştirilere muhatap olmuş ve dolaysıyla yeni bir yapılanma süreci içine girmiştir.

Bürokrasinin Olumlu Olumsuz Yönleri (Weber)

Bürokratik Örgütlenmenin Olumlu Yönleri

Weber’e göre, bürokratik örgütlerin gelişim nedeni, onların, öteki örgütlenme biçimlerine olan teknik üstünlüklerinden kaynaklanmaktadır. Bu teknik üstünlükleri, Weber, doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, gizlilik, birlik, tam bağımsızlık, sürtüşmenin, maddi ve beşeri maliyetlerin azaltılması olarak sıralar

Weber karmaşıklaşan ve çeşitlenen yönetim işlerinin, fahri görevlilerle çözülemeyeceğini, bunların ancak tam gün mesai yapan profesyonel bürokratlarla daha hızlı, düşük maliyetli ve az hatalı olarak yürütülebileceğini vurgular

İşin “nesnel” biçimde yürütülmesi, her şeyden önce, “hesaplanabilir kurallar” a göre ve “kişilere göre değişmeyen” bir biçimde yürütülmesi demektir. Weber, bu iki temel ilkenin, aynı zamanda kapitalizmin de benimsediği prensipler olduğunu vurgular.

Weber’e göre rasyonel bir yasal sistemin uygulanmasının temelini atan da bürokrasidir.

Bürokratik Örgütlenmenin Olumsuz Yönleri

Weber, bürokrasinin potansiyel olarak bazı olumsuz sonuçlarına da işaret etmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir :

a) Bürokrasiler; bilgileri tekelleri altına almak ve başkalarına karşı onu gizlemek eğilimindedirler. Bürokratik yönetim her zaman için “gizli oturumlar” yönetimi olmak eğilimindedir. “Resmi sır” kavramı, bürokrasinin özgül buluşudur. Bürokrasi, doğal olarak, bilgisi zayıf, dolaysıyla güçsüz bir parlamentoyu yeğler.

b) Bürokrasi, ortadan kaldırılması güç yapılardandır; önemli bir güç kaynağıdır ve değişime karşı direnme eğilimindedir. Weber’e göre, “Bürokrasi bir kez tam kurulduktan sonra artık ortadan kaldırılması en zor olan sosyal yapıdır.

c) Kurulu bürokrasilerin demokrasiye karşı tutumları biraz karışıktır. Bir yandan bürokratikleşme, kitle demokrasisine eşlik etme eğilimindedir. Fakat diğer bir yandan bürokrasiler, kamu oyuna karşı duyarlı olma ve sorumluluk taşıma konusunda istekli değildirler. Ayrıca, demokrasi, yönetici ve bürokratlara karşı yönetilenleri aynı seviyeye getirmek için çalışırken, bürokrasi, yapısı gereği oldukça otokratik bir pozisyon kazanabilir.

Öte yandan, işe alma ve terfilerde yüksek okul diploması gibi daha iyi eğitim ölçülerini uygulamak, demokrasiyle çelişebilir. Bürokrasinin gelişmesi, gerçek fırsat eşitliğini yok eder ve plütokratik (zenginlerin egemen olduğu) bir rejime yol açar. Bürokrasi, sarsılması olanaksız hale gelen sürekli bir statü elde etmiştir.

Bununla beraber, bürokratik aygıtın sürekliliği ve teknik üstünlüğü, demokratik süreç için bir tehlike meydana getirse de demokrasinin yok edilmesi ve bürokratın diktatörlüğü sonuçlarını otomatik olarak ortaya çıkarmaz. Weber’e göre bürokratik mekanizma, ona nasıl hakim olunacağını bilen herkes için kolayca işler hale getirilebilir. Seçkinci demokrasi kuramcıları arasında değerlendirilen Weber, demokrasinin gerekleri ile bürokrasinin gereklerinin farklılığı üzerinde durur. Bürokrasi, iş güvencesini, düzenli yükselmeyi ve emeklilik haklarını sağlamaya çalışır; işe almayı, objektif, gayri şahsi ve genel kriterlere göre yapar.

Weber’e göre demokrasi, bürokrasinin bu “statü” özelliğine tepki gösterir. Çünkü demokrasi, atanmış görevlilerin yerine, seçimle gelen görevlileri koymak, görevden uzaklaştırmalarda ise, disiplin yönetmeliklerinin yerine seçimi geçirmek ister.

Weber - Bürokraside Memurun Özellikleri

Weber’e göre memur kavramı, çok çeşitli mesleklerde çalışanları içine almaktadır. Orduda görevli subaylar, devlet dairelerinde çalışanlar, din adamları ve fabrika yöneticileri hep memur sayılmaktadır. Memur, zamanının büyük bir kısmını dairede geçiren, yazılı talimatları yorumlayan ve uygulayan kişidir. Onun terminolojisinde memur, atama ile iş başına gelen görevlidir.

Weber’e göre bürokratik memur, şu özellikleri taşımaktadır

  1. Memuriyet bir meslektir. Memurun görevi onun yegane işidir. Memurun işi normal durumlarda emekli oluncaya kadar devam eder. Özel sektörde çalışan bir işçinin tersine, memurun iş güvencesi vardır. Bununla beraber, istediğinde her an görevinden ayrılabilir.
  2. Memur, kurum ya da yönetici karşısında kişisel olarak hürdür, köle değildir. Onun ödevi, yasalarla belirlenen gayri şahsi görevleri yerine getirmektir.
  3. Memurların işe alınması, mesleki ehliyete göre yapılır.Memur, bir sözleşmeye göre, yüksek bir yetkili tarafından atanır.Memur, aylık maaşa ve genellikle de emeklilik hakkına sahiptir. Maaş, onun hiyerarşideki pozisyonuna ve kıdemine göre tespit edilir.
  4. İdare içinde bir kariyer sistemi bulunmaktır. Memur, bu kariyer sistemi sayesinde göreve başladığı basamaktan daha üst makamlara göre yükselebilir. Yükseltme, kıdem, liyakat ve üstlerin değerlendirmelerine göre yapılır.
  5. Memurun yaptığı iş ve bu işle ilgili araç ve kaynaklar, kendinin malı değildir.
  6. İster özel bir büroda, ister bir devlet dairesinde çalışsın, çağdaş memur, yönetilenlere kıyasla farklı bir sosyal itibar kazanmak ister ve genellikle de bunu elde eder.
  7. Memur, iyi düzenlenmiş bir disiplin ve kontrol sistemine tabidir.

Otorite Türleri (Weber)

Weber, örgüt içindeki ilişkileri incelerken, otorite ile güç kavramı arasında bir ayrım yapar. Eğer bir kişi, sosyal bir ilişkide, kendi idaresini başkasının direnmesine rağmen yerine getirtebiliyorsa, güce sahip demektir. Otorite ise, gücün özel bir biçimidir. Bir emir başkasına itaat görevi yüklüyorsa, bu otoritedir. Otorite “meşruluk” esasına dayanır.

Görüldüğü gibi, Weber’in otorite analizinde “meşruluk” ve “idari aygıt” olmak üzere iki unsur bulunmaktadır. Meşruluk ve idari aygıt, Weber’in otorite tipinin inşasında iki önemli kriterdir. Weber, üç farklı meşruluk tipinden söz etmiştir. Her bir meşruluk tipi, belirli bir idari aygıt tipine denk düşer.

a) Geleneksel Otorite

Eskiden beri var olagelen geleneklere uygun olarak oluşan bir otorite biçimidir. Geleneksel otorite, liyakate değil de irsiyet ve statüye dayanmaktadır. Bu otorite biçimi, “patrimonyal” ve “feodal” olmak üzere iki şekilde kendini gösterir. Geleneksel otoritenin patrimonyal biçiminde, idari aygıtta çalışan personel, ücret ve bahşiş bakımından genellikle efendilerine kişisel bakımdan bağımlı olan (hizmetçiler, akrabalar ve gözdeler gibi) tebaadan oluşur.

Öte yandan, feodal biçimdeki otorite aygıtında çalışanlar, efendiye karşı önemli özerkliğe sahiptir. Feodal görevliler, efendiye kişisel olarak bağımlı değildir. Efendi ile aralarında bir sadakat yemini çerçevesinde, feodal görevliler, kendilerine, ayrılmış alanlarda bağımsız yetki kullanırlar; genellikle kendi özel mülkleri vardır; varlıkları ve gelirleri için üstlerine bağımlı değildirler. Weber’e göre eski bürokrasiler geleneksel otoritenin özel bir biçimi olarak patrimonyal örgütlerdir. Patrimonyal otorite biçimi, modernlik öncesi dönemde, daha çok doğu toplumlarında görülen bir tiptir.

Weber bu geleneksel otorite içinde, “gerentokrasi”, “patriyarkalizm” ve “patrimonyalizm” arasında bir ayrım yapar.

Gerentokrasi: Grubu temsil eden ve onun kutsal geleneklerini bilen yaşlıların yönetimidir. Gerentokratik topluluğun üyeleri, yaşlılara, geleneksel statüleri dolayısıyla saygı gösterirler.

Patriyarkalizm: Otoritenin, belirli bir kalıtımsal kural gereğince iş başına gelen ve öncelikli olarak grup adına hareket eden kişi tarafından uygulanmasıdır. Köken itibariyle patriyarkalizm kavramı, ev halkı şefinin otoritesini ifade eder. Aynı çatı altında yaşayan ev halkının ihtiyaçlarını karşılamak için aralarında oluşturdukları ilişkilere bağlı bir otorite biçimidir. Patriyarkal şefin, zamanla artan mal varlığını yönetmek için, fertlerine tarla, ev, duvar ve benzeri şeyler vermesiyle merkezi otoritesinde dağılma meydana gelir. Şefin merkezi otoritesinin dağılması sonucu, “patrimonyal otorite” ortaya çıkar.

Patrimonyalizm: Tamamen şahsa bağlı idari personelin ve özellikle askeri gücün gelişmesine dayanır. Toplumun ya da grubun mensupları otorite karşısında tebaadır.

Patrimonyal otorite, geleneksel sınırlamalardan uzaklaştığı ve keyfi uygulamalara yöneldiğinde sistem, “sultanizm”e (despotizm) dönüşür.

Neo – patrimonyal bürokrasi kavramı, modernleşme sürecine yönetici elitin öncülüğünde giren, fakat batının hukuki – rasyonel bürokrasi modeline öz itibariyle alamayan ama bazı biçimsel yönlerini aktarmayı başaran, geleneksel ile modernliği birlikte barındıran gelişmekte olan ülkelerin bürokrasileri için kullanılmaktadır.


b) Karizmatik Otorite

Bir kişiye karşı güvene, onun kahramanlığına veya üstün niteliklerine duyulan inançtan kaynaklanan otorite biçimidir. Bu otorite, geleneklere tamamen zıt bir doğrultuda gelişebilir. Önemli olan kişinin, sihir, kahramanlık ya da diğer olağanüstü yetenekleri ile karizmaya (tanrı vergisi kişiliğe) sahip olduğu hakkında bir “inanç” uyandırmasıdır.

c) Yasal Otorite

Yasal otorite, yasalara dayanan güç ve egemenliktir. Bu, yasaların geçerliliğine ve rasyonel kurallara dayanan işlevsel “yetki”ye inanmaya bağlıdır. Yasalarca korunmuş ödevlerin yerine getirilmesinde itaat esastır. Weber, bu otorite tipine bir de “rasyonellik” eklemiştir. Bu otorite tipinde halk, kanunlara, onların karizmatik ya da geleneksel liderler tarafından yapıldığından değil, fakat, yöneten ve yönetilenler tarafından uygun ve doğru olarak kabul edilen bir prosedüre göre yapıldığına inandığı için uyarlar.

Bu yönetim tipinde, Feodal örnekten farklı olarak, idarenin araçları (idari görevleri yerine getirmek için gerekli kaynaklar vb.) bürokrata ait değildir. Memurun makamı satılamaz, irsi olarak çocuklarına ve başkasına geçmez, hiçbir şekilde özel mülkü ile bütünleşmez. Özel mülkle resmi servet arasındaki bu katı ayırım, yasal bürokrasi tipinin temel bir niteliğidir ve bu nitelik onu, feodal ve patrimonyal yönetim tipinden ayırır.

Weber’e göre bu otorite tipleri, gerçek hayatta “saf” bir biçimde ortaya çıkmaz.


Özet olarak belirtmek gerekir ki, sözü edilen bu üç otorite ile tarihteki ve sosyal hayattaki bütün otorite biçimlerini açıklamak yeterli değildir. Sosyal hayatta, benimsemeye, güvene, uzmanlığa, bilgiye, paraya, başarıya ya da performansa dayalı çeşitli otorite tipleri bulunmaktadır.

Bürokrasi Teorisi (Weber)

İdeal Tip Bürokrasi Modeli

Weber, örgütlerin yapısı ve işlemleri üzerinde yaptığı incelemeler sonucu geliştirdiği bürokrasi modelini, “ideal tip” olarak kavramlaştırmıştır. Burada kullanılan “ideal” kavramı, “arzulanan”, “olması istenilen”, şu yada bu şekilde “iyi” veya “üstün” anlamına gelmez. Dolaysıyla ideal tip, gerçek tipin üstün hali değil, yalnızca gerçekte tam örneği bulunmayan “saf” demektir. Saf demek, belli bir sosyal olay tipine has tüm özellikleri bir araya getiren ve belli bir sosyal olay tipine yabancı olan özellikleri bir yana bırakan demektir.

İdeal tip bürokrasi ise, realitede saf ve eksiksiz yönüyle gözlemlenebilen bir biçim değil, daha çok zihni bir tanımlama ve niteleme kavramsal bir çerçeve ve kalıptır. Mevcut örgütler bu ideal tipe yaklaştıkları ölçüde bürokratiktir.

Weber, bürokrasiyi doğrudan tanımlamak yerine, onun unsurlarını ve özelliklerini belirtmekle yetinmiştir.

Weber’in ideal bürokrasi kavramı, yapısal ve işlemsel özelliklerden meydana gelmektedir.

Bu özellikler şunlardır.

a) Yasalarla Düzenlenmiş Yetki Alanı

Bürokratik yapılarda amaçların gerçekleştirilmesi için gerekli düzenli çalışmalar, resmi görevler olarak belirli bir biçimde dağıtılmıştır. Bu görevlerin yerine getirilmesi için gerekli emirleri verme yetkisi ve yaptırımlar kurala bağlanmıştır. Görevlerin düzenli ve sürekli yürütülmesi; gerekli yetkilerin kullanılması, sistematik hükümlerle sağlanmıştır.

b) Otorite Hiyerarşisi

Örgütün yapılanması, otorite hiyerarşisine göre yapılır; görevler hiyerarşik bir düzen içinde yürütülür. Bu düzen sayesinde her bir alt birim, üst birimin denetim ve gözetim altına girer. Bir çok rasyonel bürokratik örgüt biçimi, en üstte bir kişi ile temsil edilir.

c) Yönetimin Yazılı Belgelere Dayanması

Çağdaş bürokrasinin yönetimi, yazılı belgelere (dosyalara) dayanır. Bu belgeler, gerektiğinde kullanılmak üzere saklanır. Söz konusu belgelerin yazılması için geniş bir görevliler ve katipler kadrosu istihdam edilir.

d) Uzmanlaşma

Daire ya da büro yönetimi, esaslı bir uzmanlık eğitimini gerektirir. Uzmanlaşma, işbölümünün bir sonucudur. İş bölümü ile ortaya çıkan çeşitli faaliyet alanlarında çalışanlar, yaptıkları işte kısa zamanda uzmanlaşır.

e) Gayrişahsilik

İdeal bir memur, işleri, sevgi ve nefret gibi duygusallıktan uzak, bütünüyle gayri şahsi biçimsel kurallara göre yürütür. Resmi işlerde, kişisel düşünceleri bir tarafa bırakmak, tarafsızlık için olduğu kadar, verimlilik bakımından ön şart niteliğindedir. Gayrişahsilik, Weber tarafından bürokrasinin özel bir değeri olarak kabul edilmektedir. Bu ilke, memurların irrasyonel davranışlarına engel olmak ve işin gereklerine göre hareket etme amacına yöneliktir.

f) Kariyer Yapısı

Bürokraside memuriyet bir “meslek”tir. İşe alınmalar, belirli niteliklere bağlı olarak özel sınavla sağlanır. Memurun seçimi, ailesinin toplum içindeki yeri ya da siyasi mensubiyet gibi özelliklere göre değil, bütünüyle işin gerektirdiği teknik niteliklere göre yapılır. Memur, kamu hizmeti hiyerarşisi içinde kendine bir kariyer edinmeye çalışır, alt basamaklardan üst görevlere doğru, uzmanlıklarına ve kıdemlerine bağlı olarak ilerler.

g) Kurallar Sistemi

İşyeri yönetimi, belli bir istikrarı ve kapsamı olan öğrenilebilir genel kurallara bağlıdır. Bürokraside işler, birbiriyle uyumlu soyut kurallar, belirli olaylara uygulanır. Belirli olaylar konusunda karar alınırken, önceden belirlenmiş soyu ve genel kurallara göre hareket edilir. Yoksa her bir durum için emirname beklenmez. Kurallar sistemi, bürokraside çalışanların sorumluluklarını ve kendi aralarındaki ilişkileri tanımlar.

h) Kamu ve Özel Hayatın Ayrışması

Kamu hizmetinin çağdaş örgütlenişi, kural olarak, resmi daireyi görevlinin özel konutundan ayırdığı gibi, bürokrasi de, genel olarak resmi faaliyet ile özel yaşam alanını birbirinden ayrıştırmıştır. Kamu fonları ve malzemeleri ile resmi görevlinin özel mülkleri arasında da hiçbir bağ yoktur. İlke olarak, resmi makam evden; iş yazışmaları özel yazışmalardan; ticari öz varlık, özel servetten ayrışmıştır.

Referandum Çeşitleri

a) Bağlayıcılığı Bakımından

aa) İstişari Referandum

Referandum neticesinin yasama meclisini hukuken bağlamadığı referandum şeklidir. Bu tür referandumda halkın verdiği cevabı yasama meclisi isterse dikkate alır; isterse dikkate almaz.

Örnek: 1975’te İngiltere’de Avrupa Ekonomik Topluluğu konusunda yapılan referandum.

bb) Tasdiki Referandum

Referandum neticesinin hukuken bağlayıcı olduğu referandum çeşididir. Bu usulde, referandum neticesinde kabul oyları çoğunlukta çıkmışsa kanun onaylanmıştır ve hukuken bağlayıcı bir kanun haline gelir.

b) Başvuruluşu Bakımından

aa) Mecburi Referandum

Bazı konularda anayasa gereği yapılması zorunlu olan referandum türüdür.

Örnek: İsviçre’de anayasa değişikliklerinin mutlaka referanduma sunulması gerekir.

bb) İhtiyari Referandum

Belli makamların isteğine bağlı olarak başvurulan referandum türüdür.

c) Konuları Bakımından

aa) Kurucu Referandum

Yeni bir anayasanın kabul edilmesi veya mevcut bir anayasada değişiklik yapılması

konusunda düzenlenen referandum türüdür.

Örnek: 1982 Türk Anayasasının kabul edildiği 7.11.1982 tarihli referandum.

bb) Olağan kanunlara ilişkin olarak yapılan referandum türüdür.

Demokrasi Teorileri

A. Normatif Demokrasi Teorileri

Normatif demokrasi teorisi, demokrasiyi sözlük anlamından hareketle tanımlar. Demokrasi
eski Yunanca “halk” anlamına gelen demos ve “yönetmek” anlamına gelen kratein
sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuştur ve bu anlamıyla halkın yönetimi demektir. Demokrasi
sadece “halk tarafından yönetim” olarak değil, “halk için yönetim” olarak da tanımlanmalıdır.

O halde bu anlamda demokrasi Abraham Lincoln’ün meşhur ifadesiyle "halkın halk tarafından halk için yönetimi" olarak tanımlanabilir. Normatif anlamda demokrasi, bir ideali bir olması gerekeni yansıtır.

B. Ampirik Demokrasi Teorileri

Ampirik demokrasi teorisi ise, ideal anlamda demokrasiyi değil, “bu ideale kabataslak
yaklaşan… gerçek demokrasiler”
i esas alır. Demokrasinin tanımı konusunda “olması
gerekene”
değil “olana” bakar. Nispeten çokça bir yurttaş grubunun uzun bir zaman boyunca arzularına cevap verebilen rejimlerin ortak özellikleri şunlardır;

1. Etkin Siyasal Makamlar Seçimle İş Başına Gelmektedir.
2. Seçimler Düzenli Aralıklarla Tekrarlanmalıdır.
3. Seçimler Serbest Olmalıdır.
4. Birden Çok siyasal Parti Var Olmalıdır.
5. Muhalefetin İktidar Olma Şansı Mevcut Olmalıdır.
6. Temel Kamu Hakları Tanınmış ve Güvence Altına Alınmış Olmalıdır.



Egemenliğin Kullanılması Bakımından Demokrasi Tipleri

Egemenliğin kullanılması bakımından demokrasinin üç ayrı uygulama biçimi vardır:

A. Doğrudan Demokrasi

Doğrudan hükümet de denilen “doğrudan demokrasi” halkın egemenliğini bizzat ve doğrudan doğruya kullandığı demokrasi tipidir. Doğrudan demokraside devlet için gerekli olan bütün kararlar, yurttaşlar topluluğu tarafından aracısız ve temsilcisiz olarak bizzat alınırlar.

Pratik İmkânsızlık: Doğrudan demokrasi, demokrasi idealine an yakın olan sistemdir. Ne
var ki, günümüzde pratik güçlükler nedeniyle uygulanması imkânsızdır. Milyonlarca kişiden
oluşmuş bir devletin halkını bir meydanda toplamak mümkün değildir. O nedenle doğrudan
demokrasi bugün için tarihsel ve hayalî bir değere sahiptir.


B. Temsili Demokrasi

Temsili hükümet “temsili demokrasi” halkın egemenliğimi kendi seçtiği temsilcileri
aracılığıyla kullandığı demokrasi tipidir. Diğer bir ifadeyle temsili demokraside, “temsilci”
denen kişileri halk seçmekte ve bu kişiler ise egemenliği kendi adlarına değil, halk adına
kullanmaktadır.

Emredici Vekâlet Teorisi
Temsili hükümet sistemlerinde ilk zamanlarda, seçmenler ilk temsilcileri arasındaki ilişkinin
emredici nitelikte bir vekâlet ilişkisi olduğu görüşü ileri sürülmüştür. Buna “emredici vekâlet
teorisi”
denir.

Emredici Vekâletin Başlıca Özellikleri
1) Seçmenler milletvekillerine emir ve talimat verebilirler.
2) Seçmenle istedikleri zaman seçtikleri milletvekillerini görevden alabilirler.
3) Milletvekili de seçmenlerine karşı hesap vermekle yükümlüdür.
4) Milletvekillerinin maaşları, genel bütçeden değil, kendisini seçen seçim çevresinin
seçmenleri tarafından ödenir.


Temsili Vekâlet Teorisi
Temsili vekâlet teorisine göre millet ile milletvekilleri arasındaki ilişki temelde bir vekâlet
ilişkisidir. Ancak bu vekâlet, siyasal nitelikte bir vekâlettir ve özel hukuktaki vekâletten
birçok bakımdan farklıdır. Temsili vekâletin başlıca özellikleri şunlardır:

1) Milletvekili seçildiği seçim çevresini değil, bütün milleti temsil eder.
2) Temsili vekâlet teorisine göre, egemenliğin kullanılması konusunda ki, vekâlet, millet
tarafından milletvekillerine tek tek değil, bir bütün olarak verilmiştir.
3) Temsili vekâlet teorisine göre, millet ile milletvekilleri arasındaki vekâlet ilişkisi
emredici nitelikte değildir. Buna “emredici vekâlet yasağı” denir. Yani seçmenler
milletvekillerine emir ve talimat veremez.
4) Temsili vekâlet teorisine göre, milletvekilleri kendisini seçen seçmenler tarafından
görevden alınamazlar Buna “azil yasağı” denir.



C. Yarı – Doğrudan Demokrasi
Yarı doğrudan hükümet de denilen “yarı doğrudan demokrasi”, egemenliğin kullanılmasının
halk ile temsilciler arasında paylaştırıldığı demokrasi tipidir. Yarı – doğrudan demokrasi,
temsili demokrasi ile doğrudan demokrasinin birleşimidir.

Yarı – Doğrudan Demokrasinin Araçları;
1. Referandum
En kısa tanımıyla, parlamento tarafından kabul edilen veya edilecek olan bir kanun metninin
halkın onayına sunulmasıdır.

2. Halk Vetosu
Parlamento tarafından usulüne uygun olarak kabul edilen kanunun halkın inisiyatifiyle
düzenlenen bir referandum neticesinde reddedilerek yürürlüğe girmesinin engellenmesidir.

3. Halk Teşebbüsü
Referandum ve halk vetosu istenmeyen kanunun engelleyebilir; ama halkın istediği kanunun
çıkmasını sağlayamaz. İşte halkın istediği, ama parlamentonun çıkarmaya yanaşmadığı
kanunun çıkarılmasını sağlayıcı yarı doğrudan demokrasi aracı “halk teşebbüsü” dür. Halk teşebbüsü usulünde, belli sayıda seçmen kendi aralarında imza toplayarak belli bir konuda
kanun yapılmasını isterler.

4. Temsilcilerin Azli
Halkın çalışmasından memnun kalmadığı temsilcilerini görevden almasına imkân veren bir
usuldür. Temsilcilerin azli usulünün “bireysel” ve “kolektif” olmak üzere iki değişik şekli
vardır. Bireysel azil usulü Amerika Birleşik Devletlerini bazı eyaletlerinde, kolektif azil usulü
İsviçre’nin bazı kantonlarında uygulanmaktadır

9 Ocak 2012 Pazartesi

Federal Devletin Özellikleri

1. Yetkilerin Yerel Bölüşümü

2. Yetkilerin Güvenceli Bölüsümü: Yazılı ve Katı Anayasa ile Anayasanın Değiştirilmesinde Federe Devletlerin Rızalarının Alınması Zorunluluğu

3. Yetki Bölüşümü Usulü

Federalizmde yetkiler federal devlet ile federe devlet arasında anayasayla paylaştırılır. Bu
konuda iki sistem uygulanır:
1) Federal Devletin Yetkilerini Sayma
Bu sistemde federal devletin yetkileri tek tek sayılır (bu yetkilere sayılmıs yetkiler denir) ve
bu yetkilerin dışındakiler (bunlara bakiye yetkiler denir) federe devlete bırakılır. Bu sistemde
federe devletlerin yetkisi, “genel yetki”; federal devletlerin yetkisi ise “istisnai yetki” veya
verilme yetki niteliğindedir. Bu sistem federe devletlerin lehinedir.
Örnek: Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İsviçre gösterilebilir.
2) Federe Devletin Yetkilerini Sayma
Bu sistemde anayasada ferde devletlerin yetkileri tek tek sayılır bu yetkilerin dısında kalan
yetkiler federal devlete bırakılır. Bu sistemde, federal devletin yetkisi, “genel yetki”; federe
devletlerin yetkisi ise “istisnai yetki” niteliğindedir. Bu sistem federal devletin lehinedir.
Örnek: Kanada ve Avusturya

4. Yetki Uyuşmazlıkların Yargısal Çözümü:
Federal Yüksek Mahkemenin Gerekliliği

5. Federe Devletlerin Federal Yasama Organında Temsili:
İki Meclislilik ve İkinci Mecliste Eşit Temsil İlkesi

6. Eşit-İki Meclislilik Federal Devletlerin Kurulması

a) Birleşme Yoluyla Federalizm
Bu yolda, başlangıçta birbirinden ayrı olan üniter devletler, birleşerek bir federal devlet
meydana getirirler. Üniter devletten federal devlete geçiş aşamasında genellikle devletler ilk
önce bir “konfederasyon” meydana getirirler. Bu konfederasyon sonra federasyona dönüşür.
Örnek: Amerika Birleşik Devletleri ve İsviçre.

b) Ayrılma Yoluyla Federalizm
Bu usulde, başlangıçta üniter nitelikte olan devletten, bölge, il gibi birimleri ayrılmak ister.
Bu birimler genellikle ayrılıp bağımsız devletler kurmak yerine, federe devlet haline gelirler.
Bu şekilde, eski üniter devlet federal devlete, eski devletin illeri veya bölgeleri de federe
devlete dönüşmüş olur.




Federasyon ile Konfederasyon Arasındaki Farklar


Konfederasyon
Birden fazla bağımsız devletin uluslararası hukuki kisiliklerini muhafaza etmek şartıyla belli
bir amaçla, özellikle ortak savunma sağlamak üzere kurdukları bir devlet topluluğu
şeklindedir. Konfederasyonun en eski örneği İsviçre Konfederasyonudur.

Federasyon (Federal Devlet)
Kendi içlerinde belli bir özerkliği koruyarak iki veya daha fazla devletin aynı merkezi iktidara
tabi olmak suretiyle oluşturduğu devlet topluluğudur. Federasyonda “federal devlet” ve
“federe devletler” olmak üzere iki tür devlet vardır.

Hobbes Locke Rousseau Karşılaştırması


Thomas Hobbes, John Locke ve Rousseau nun Devlet hakkındaki görüşlerinin karşılaştırılması


Thomas Hobbes
Ünlü İngiliz düşünürü Thomas Hobbes a göre, devletin oluşmasından önceki dönemde yaşam döneminde, kavga, savaş ve didişme vardı. Yani kısaca bu dönemde insan insanın kurdu idi ve herkesin herkesle savaşı vardı. Böyle bir dönemde ilerleme olmuyordu. Bu kargaşadan bıkan insanlar, düzeni ve barışı sağlamak için kendi aralarında anlaştılar ve bir sözleşme yaptılar. Bu sözleşmeyle kendi özgürlüklerini Leviathan’a (Devlet) devrettiler. İşte Hobbes’a göre devlet, doğal yaşam halinde bulunan insanların düzen sağlamak için kendi aralarında yaptıkları bu “sosyal sözleşme”den doğmuştur. Leviathan’ın tek görevi düzen sağlamaktır. Dolayısıyla Hobbes’un devlet anlayışı özgürlükçü değil, otoriterdir.

John Locke
İngiliz düşünürü John Locke’a göre ise devletin ortaya çıkmasından önceki dönemde, insanlar arasında barış ve özgürlük vardı. İnsanlar mutlu bir yaşama sahipti. Bununla birlikte, doğal yaşam döneminde suçluların cezalandırılmasında sorun ortaya çıkıyordu. Kural olarak suç işleyeni cezalandıracak herhangi bir kurum yoktu. İşte bu sakıncayı ortadan kaldırmak için insanlar kendi aralarında bir sözleşmeyle sahip oldukları cezalandırma haklarından vazgeçtiler. Bu anlaşmayla insanlar tabii toplum halinden siyasi toplum haline geçtiler. İşte, devletin kaynağında insanların cezalandırma haklarının devri konusunda yaptıkları bu sözleşme yatmaktadır.

Jean-Jacques Rousseau
Cenevre vatandaşı ünlü filozof Jean- Jacques Rousseau’ya göre de, doğal yaşamda insanlar
arasında eşitlik, barış ve mutluluk vardı. Fakat insanlar artan ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaya başladılar. Tarım topraklarının ve madenlerin işlenmesi özel mülkiyeti doğurdu. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla, insanlar arasındaki eşitlik bozuldu. Eşitliğin bozulmasıyla de insanların arasındaki barış ve mutluluğun yerini kavga ve didişme aldı. Bu kargaşaya bir son vermek, güven duygusunu yeniden tesis etmek için bir araya gelip bir “sosyal sözleşme” yapmışlardır; bu sözleşmeyle birleşerek sosyal bir heyet, kendi kişiliklerinin dışında kolektif bir varlık meydana getirmişlerdir. İşte bu varlık devlettir. Rousseau, bu sosyal sözleşmeyle oluşan iradeye de “genel irade” diyor.

Uluslararası Likidite


Resmi dış rezervler, bir ülkede merkez bankasının döviz piyasasına müdahale için bulundurduğu uluslararası ödeme araçlarının toplamıdır. Bilindiği gibi, merkez bankalarının piyasa müdahaleleri döviz kurlarını istikrarlandırma amacına yönelik olmaktadır. Bu da sabit veya yönetimli dalgalanma sistemlerinin bir özelliği olarak kabul edilebilir. Tam bir serbest değişken kur sisteminde kurlar tümüyle piyasanın işleyişine terkedilmiş olduğundan dolayı, merkez bankasının piyasa müdahalelerine, dolayısıyla bu amaçla rezerv tutulmasına fazla gerek kalmayabilmektedir.

Aslında, sabit kur sistemlerinde de merkez bankalarının rezerv ihtiyaçları ancak geçici açıklar durumunda söz konusu olmaktadır. Çünkü geçici açık doğuran nedenler bir süre sonra ortadan kalkacağından, bu dengesizlikler kendiliğinden giderilirler. Bunlar için denkleştirici önlemler alarak kaynak dağılımını değiştirmeye gerek yoktur. Oysa köklü ekonomik veya mali nedenlerden kaynaklanan, uzun süreli açıkları dış rezervleri kullanarak denkleştirmeye olanak yoktur. Kur değişiklikleriyle veya döviz gelirlerini arttırıcı diğer yöntemlerle bunların tedavi edilmesi gereklidir.

Ülkelerin sahip oldukları resmi dış rezervlerin toplamına “uluslararası likidite” (international liquidity) adı verilmektedir. Diğer bir deyişle, uluslararası likidite, dünya rezerv arzından başka bir şey değildir.

Uluslararası likiditenin yeterliliği sorunu özellikle sabit kurlu Bretton Woods döneminden beri Finans Literatüründe çok tartışılmış bir konudur. Teorik açıdan, uluslararası likiditenin dünya ekonomisinin talebine bağlı olacağı ifade edilmiştir. Uluslararası likiditede dünya talebinden daha hızlı bir artışın uluslararası ekonomiyi enflasyona, düşük hızlı artışın ise deflasyona sürükleyeceği belirtilmiştir. Çünkü aşırı rezerv bolluğu durumunda ülkeler, dış dengenin bu rezervlerle sağlanabileceğine güvenerek iç harcamalarını ölçüsüz şekilde genişletebilirler. Rezerv yetersizliği durumunda ise tersine, harcamalarını ve dış alımlarını azaltmaya zorlanırlar.

Uluslararası likiditenin hangi hızda arttırılması gerektiğini belirlemek için bazı objektif göstergelerden söz etmek mümkündür. Örneğin, dünya ticaret ve mali akımlarındaki büyüme hızı, bu akımlardaki dalgalanma, dış rezerv tutmanın maliyeti, dış rezervlere ulaşma kolaylığı ve elbette ülkelerin uyguladıkları sistemin sabit ya da değişken nitelikte olması vs. gibi.

Fakat gerçekte hangi paradan ne ölçüde rezerv tutulacağı, merkez bankası yöneticilerinin tercih ve rezerv yönetimi politikalarına bağlı olmaktadır. Rezerv olarak tutulan paraların değerinde olası bir düşme, resmi rezervlerin değerini azaltacağı gibi bir yükselme de spekülatif kazançlar doğurmaktadır. Diğer bir ifadeyle, rezervleri şu veya bu uluslararası ödeme aracı üzerinden tutmanın bir riski, bir de getirisi vardır. Söz konusu getiriler faiz ve ulusal para değerinde meydana gelen artışlar nedeniyle ortaya çıkmaktadır.

Bu yüzden merkez bankası yöneticileri bir rezerv yönetimi sorunuyla karşı karşıyadırlar. Bu konuda, merkez bankaları rezervleri çeşitlendirerek riski dağıtmaya çalışmayı seçebilecekleri gibi, değerinde yükselme bekledikleri belirli paralara yatırım yaparak spekülatif bir davranış içine de girebilirler. Fakat merkez bankası gibi resmi bir kurumun spekülatif kazanç peşinde koşmak yerine, riski dağıtma amacına göre hareket edeceğini düşünmek daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır.

Uluslararası resmi rezervler önce altın ve altın dışı kaynaklar diye ikiye ayrılmaktadırlar. Altın dışı rezervler de döviz ve IMF kaynaklarından oluşmaktadır.

Bretton Woods Sistemi, altına dayalı bir sistemdi. Ama altın üretiminin kolaylıkla arttırılamayacağı gerçeği, pahalı olması ve yoğun bir spekülasyona sahip olması, onun iyi bir rezerv para olmasının mümkün olmadığını göstermiştir. Bugünkü eğilim, altını bir uluslararası ödeme aracı olmaktan çıkartıp bir sanayi hammaddesi olarak gerçek fonksiyonuna döndürmek niyetindedir. Bu arada IMF de üyelerin rezerv tranşlarını altınla ödeme zorunluluğunu kaldırmış ve bulundurduğu altın rezerv tranşlarının bir bölümünü elinden çıkartmıştır. Şöyle ifade edilebilir ki, 1976 yılında altın rezervlerinin 1/6 sını serbest piyasada satarak gelirleri ile en yoksul durumdaki az gelişmiş ülkelere kredi vermek üzere bir kaynak (Vesayet Fonu) oluşturmuş ve geri kalan 1/6 sı da isteyen üye ülkelere geri verilmiştir.

Ancak bugün halen birçok merkez bankası, rezervlerinin önemli bir bölümünü altın cinsinden tutmaktadır. Bu, geçmiş alışkanlıkların bir sonucu olabileceği gibi, altının dövize göre daha fazla prim yapacağı veya daha az değer kaybına uğrayacağı şeklindeki beklentilerin bir sonucu olabilmektedir. Belirtilmesi gerekir ki, resmi altın rezervlerini kullanmak isteyen bir ülkenin, önce bu rezervleri serbest piyasada döviz karşılığı satması gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, merkez bankasının ödemelerini fiili altınla yapması söz konusu olmamaktadır.

Aşağıdaki tabloda 1995-2000 döneminde uluslararası likiditenin altın ile altın dışı kaynaklar arasındaki bölüşümü gösterilmiştir. Buna göre, 2000 yılında uluslar arası likidite içinde döviz rezervlerinin payı yüzde 84.5 tir. Altın rezervlerinin payı yüzde 11.5 ve IMF ile ilişkili rezervlerin (SDR ler ve IMF rezerv pozisyonları) payı 3.8 olmuştur. Dönem boyunca ortalama olarak altın rezervlerinin payında bir düşme olurken, döviz rezervlerinin payı yükselmiştir. IMF ile ilgili rezervler önemli bir değişme göstermemiştir.


Diğer taraftan uluslararası resmi döviz rezervlerinin dağılımına bakacak olursak, aşağıdaki tablodan görülebileceği gibi, Amerikan dolarının tartışmasız bir üstünlüğü bulunmaktadır. Nitekim örnek olarak 1999 ve 2000 yıllarında doların payları yüzde 68.4 ve yüzde 68.2 dir. Ondan sonraki sırada yüzde 12.5 ve yüzde 12.7 ile Euro gelmektedir. Sterlin, Yen ve İsviçre Frankı da daha düşük oranlarda uluslararası resmi rezervler içinde yer almaktadır.

Belirtilmesi gerekir ki, 1999 yılı başında Avrupa Birliği’nin resmi para birimi olan Euro yu uygulamaya koymasından önce özellikle Alman Markının uluslararası resmi rezervler içinde oldukça önemli sayılabilecek bir ağırlığı mevcuttu. Tablodan görüldüğü üzere bu oran, yüzde 12-13 arasındadır.

1999 öncesine ait dikkati çeken bir özellik ise Avrupa Hesap Birimi ECU nun resmi rezervler içindeki rolüyle ilgili olmaktadır. ECU, AB merkez bankalarının altın ve dolar rezervlerinin yüzde 20 paylarını Avrupa Para Enstitüsü (EMI) ne devretmeleri karşılığı bu kuruluş üzerinde elde ettikleri alacak haklarından oluşmaktadır. Ayrıca merkez bankalarının özel kesim üzerinde de sahip oldukları bir miktar ECU alacakları mevcuttu. 31 Aralık 1998 de merkez bankalarının ECU rezervi elde etmek için dolar ve altın rezervlerinin yüzde 20 sini devretmek yükümlülükleri son bulmuştur. Böylece tablodan görüldüğü gibi ECU ların payı 1 yıl öncesine göre hızla düşmüştür. 1998 de geri kalan ECU rezervleri ise yalnız özel sektörün ECU mevduatı ve ECU tahvili olarak çıkartmış olduğu ECU lardan oluşmaktaydı. 1 Ocak 1999 da ise bunların otomatik biçimde Euro ya dönüştürülmesiyle ECU rezervleri son bulmuş oluyordu.

Uluslararası Likiditenin Yeterliliği Sorunu

Uluslararası ekonominin düzgün bir şekilde işleyebilmesi için uluslararası likiditenin uygun bir hızla arttırılması gerekmektedir. Ülkelerin geçici açıklarını finanse edecek düzeyde bir rezerve sahip olmaları, tedavi edici önlemler alınıncaya kadar ülkeye zaman kazandırmaktadır. Ayrıca ilgili çevrelerde güven yaratarak ülkeden spekülatif sermaye kaçışını caydırıcı ve dıştan gelen etkilerle ülkenin mali krize sürüklenmesini önleyici sonuçlar doğurmaktadır.

Uluslararası likiditenin dünya talebinden daha yüksek oranda artması, uluslararası ekonomide enflasyonist baskıların doğmasına yol açabilmektedir. Çünkü bu durumda, ülkeler sahip oldukları aşırı rezervlere güvenerek harcamalarını aşırı biçimde genişletici politikalara girişmekte veya dış dengeyi sağlayıcı politikaların uygulamasını geciktirebilmektedir.

Tersi durumda, uluslararası likiditenin dünya ekonomisinin gerektirdiğinden daha düşük oranlarda artması halinde ise, uluslararası ekonomide bir depresyon nedeni olabilmektedir. Böyle bir durumda ülkeler yeterli rezerve sahip bulunmadıklarından dış açıklarını giderme amacıyla harcama daraltıcı politikalar izler veya dış ticaret ve kambiyo araçları ile ithalatı sınırlandırabilirler. Bu da uluslararası ekonomide bir durgunluğun ortaya çıkmasına yol açabilmektedir.

Üstte bahsedildiği gibi, ancak sabit veya istikrarlı kur sistemlerinde dış rezerve gerek duyulmaktadır. Çünkü bu sistemlerde merkez bankaları kurları sabit veya istikrarlı tutabilmek amacıyla piyasaya yapacakları müdahaleler için döviz rezervine ihtiyaç duymaktadırlar. Bugün dünyada uygulanan yönetimli dalgalanma da böyle bir sistemdir. Değişken kur sistemlerinde ilke olarak, dış rezerv gerekmez. Çünkü arz talep dengesi kurların otomatik değişmesiyle sağlanmaktadır. Bununla birlikte, böyle sınırsız bir değişken kur sisteminde (temiz dalgalanma) de kur değişmelerinin arz ve talep dengesini sağlayıcı etkisi zaman almakta ise bu süre içinde dış dengesizliklerin finansmanı için rezervlere gerek duyulabilmektedir.

Uluslararası likidite ihtiyacının belirlenmesinde dünya ticaret hacmindeki artış hızı, ülkelerin dış ticaret hacimlerindeki dalgalanmalar, rezerv tutmanın maliyeti, uluslararası finans kuruluşlarının kredi kolaylıkları ve hacmi, yurtiçi tedbirlerle dış dengeyi sağlama olanakları vs. gibi bazı objektif göstergelerden yararlanılabilmektedir.

Göreceli esnek kur sistemlerinin uygulandığı günümüzde, yukarıda da belirtildiği gibi, rezerv tutmanın bazı maliyet ve riskleri mevcuttur. Rezervler, geçici bir dış açık karşısında dış ticaret ve mali sermaye akımlarını kısmaya gerek olmadan bu açıkların finansmanına imkan sağlamaktadırlar. Bununla birlikte rezerv olarak tutulan fonlar ancak çok kısa vadeli olarak yatırabildiklerinden bunlara uygulanacak faiz oranları da genellikle düşük olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, fonları rezerv olarak tutmaktan dolayı uğranılan bir faiz kaybı vardır. Ayrıca rezervlerin tutulduğu paranın ilerde değer kaybetmesi, ülkenin bundan doğrudan bir zarara uğramasına yol açabilmektedir. Bu yüzden rezerv yönetimi sorunu, bugün merkez bankası yöneticilerinin uğraştığı en önemli konulardan biri olmaktadır.

Gerçek uygulamada ise sabit veya yönetimli dalgalanma sistemleri altındaki uluslararası likidite ihtiyacı birkaç büyük sanayileşmiş ülkedeki merkez bankası yöneticilerinin tercihlerine bağlı olmaktadır. Hangi rezerv türlerinden ne miktar tutulacağına bu bankaların yöneticileri objektif göstergelerin yanında, biraz da kendi zevk ve tercihlerine göre karar vermektedirler. Ünlü İktisatçı Fritz Machlup, geçmişteki Bretton Woods Sistemi döneminde merkez bankalarının rezerv talebini, “bayanların elbise dolabına” benzetmişti. Şöyle ki, içinde bulundurulanlar ne kadar farklı türlerden ve ne kadar fazla miktarda ise bundan o derece büyük zevk alınmaktadır. Bu benzetme uluslararası literatürde de yer bulmuştur.

Yapılan araştırmalar, dünyada yönetimli dalgalanma uygulamasına geçildikten sonra da uluslar arası rezervlere olan talebin önemli şekilde azalmadığını ortaya koymaktadır. Ülkeler halen, beklenmedik şoklara karşı hazırlıklı olmak, kredi itibarını yüksek göstermek ve döviz piyasalarına müdahale gibi nedenlerle dış rezerv tutmaktadır. Uygulamada, çeşitli ülke gruplarında dış rezervlerin (altın dışı) ithalata oranları önemli derecede istikrar göstermektedir. Ülkeler en olumsuz koşullarda bile resmi rezervlerini belirli düzeylerde sürdürebilmek için büyük çaba harcamaktadırlar. İstatistiklerin ortaya koyduğu sonuçlara göre, 1990 lı yıllarda sanayileşmiş ülkeler, ortalama olarak ithalat giderlerinin yüzde 17 si, az gelişmiş ülkeler ise yüzde 30 u dolaylarında dış rezerv bulundurmuşlardır.

Bir anlamda aşırı derecede yüksek dış rezerv bulundurmak yeni gelişmekte olan ülkeler için optimum bir yaklaşım olarak görülmeyebilir. Çünkü yüksek rezerv, bir anlamda kalkınma amacıyla kullanılacak olan dış fonların atıl tutulması demektir. Bu durum doğru olmakla birlikte, bir dış şok veya kriz durumuna karşı az gelişmiş ülkelerin önceden daha büyük hazırlık içinde olmaları gerekir. Bunun da nedeni ihtiyaç doğduğu an bu ülkelerin özellikle uluslararası ticari piyasalardan borçlanma güçlükleriyle ilgilidir.

Ayrıca, bu ülkelerin aşırı şekilde kısa vadeli dış borçlanma yoluna gitmeleri ve, yurtiçindeki yüksek enflasyona karşın döviz kurlarının yeterince yükselmesine izin vermeyerek ulusal paralarını aşırı değerlenmeleri, mali krizlerin önemli bir sebebi olmaktadır. Nitekim 1987 Haziran ayında Asya Krizi nin, 1998 Ağustos Rusya Krizi nin ortaya çıkmasında bu etkenlerin rolü büyük olmuştur. Aynı şekilde ülkemizde de 5 Nisan 1994 Ekonomik İstikrar Kararlarının alınmasına neden olan gelişmelerde kamu finansman açığının kısa vadeli dış sermaye girişleri ile karşılanması ve ulusal paranın aşırı değerlenmiş olması en önemli faktörler olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu nedenle ekonomik ve mali istikrarın sağlanması açısından, az gelişmiş ülkelerde dış açıkları tedavi edici, ulusal paralarının gerçek değerlerini yansıtıcı kur politikaları izlenmesi ve döviz rezervlerinin yeterli düzeylerde tutulmaya çalışılması büyük önem taşımaktadır.

Özetle, uluslararası likidite ihtiyacı belirlenirken az gelişmiş ülkelerin özel durumlarının ve uluslararası piyasalardan yeni rezerv sağlamadaki zorluklarının da hesaba katılması gereklidir.