5 Temmuz 2011 Salı

Bretton Woods Sistemi Neden Yıkıldı?

Önceki yazımızda anlatıldığı gibi (tıklayarak ulaşabilirsiniz) 1944 yılında ortaya çıkarılan ve sabit kurlara dayanan Bretton Woods Sistemi, 1973 yılında gelişmiş ülke paralarının dalgalanmaya bırakılmasıyla yıkılmıştır.

Ancak sistem 1960’ların ortalarına kadar herhangi bir aksaklık yaşamadan işleyişini sürdürmüştür. Almanya ve Japonya gibi ülkeler de bu sistemde o meşhur kalkınmalarını gerçekleştirmişlerdir.

Önemli nokta bu sistemin neden 1970 lerde yıkıldığının irdelenmesidir.

Bretton Woods sisteminin temel aksaklıkları beş temel grupta toplanabilir. Olması gereken uluslararası para sistemini bilebilmek için bu yanlışları iyi incelemek gereklidir.

Dış Denkleşme Sorunu
Bretton Woods Sistemi, altın standardı veya dalgalı kur sistemlerinde olduğu gibi otomatik bir denkleşme mekanizmasına da dayanmıyordu. Denkleşme sorunu, hükümetlerin alacağı kararlara bırakılmıştı. Başlıca kur ayarlamaları, açık veren ülkenin devalüasyon, fazla veren ülkenin de revalüasyon yapması şeklinde olmaktaydı. Fakat sistem sabit kur modeli olduğu için, çok sır kur ayarlaması da yapılamazdı. Devalüasyona en son çare olarak başvurulacak, öncesinde para ve maliye politikası gibi yurtiçi önlemler denenmesi öngörülüyordu.

Bretton Woods Sistemi’nin sabit kur özelliği, uygulamada döviz kurlarına adeta bir dokunulmazlık kazandırmıştı. Kamuoyu, devalüasyonu hükümetlerin uyguladığı ekonomik ve mali politikaların bir göstergesi olarak değerlendiriyordu. Bu nedenle, hükümetler de bu aracı olabildiğince kullanmaktan kaçınıyorlar ve bir takım yapay önlemler de dış açıkları baskı altına alma yoluna gitmişlerdir.

Devalüasyon etkin bir biçimde kullanılamayınca geriye, daraltıcı para ve maliye politikası ile dış ticaret ve kambiyo kısıtlamaları gibi önlemler kalmaktaydı. Dış ticaret ve kambiyo denetimleri, serbest ticaret mantığına ters düşüyordu. Para ve maliye politikası ile toplam harcamaları değiştirerek dış denkleşmeyi sağlamak da kendine özgü zorlukları mevcuttu.

Örneğin; dış ticaret kesiminin ulusal ekonomi içindeki payı göreceli olarak küçük olan ülkelerde , bir dış açığını kapamak için toplam harcamaların çok büyük ölçülerde kısılması gereklidir ki, bu da ülkedeki işsizlik sorununu inanılmaz boyutlarda arttıracaktır. Kısaca, istikrar yönünde ekonominin içinde bulunduğu durum, dış dengeyi sağlamak amacıyla toplam harcamaların kısılmasına olanak vermediği durumlar söz konusu olabilmektedir.

Tüm bunlardan ayrı olarak, Bretton Woods Sistemi uluslararası denkleşme yükünü, açık veren ülkelerin sırtına yüklemektedir. Buna karşılık dış fazla veren ülkeler açısından dış rezerv biriktirmenin bir üst sınırı yoktur. Dolayısıyla dış fazla veren ülkeyi denkleşmeye zorlayan böyle bir mekanizma bulunmamaktadır. Bu da denkleşmenin yükü açısından açık veren ülkelerle dış fazlaya sahip ülkeler arasında eşitsizlik bulunması demektir.

Likidite Sorunu
Sabit kur rejimlerinde dış açıkları finanse etmek için uluslararası rezervlere gerek duyulmaktadır. Çünkü açık veren ülkede döviz talebinin döviz arzını aşması karşısında kur yükselme eğilimi gösterecek, bunu önlemek için de merkez bankasının piyasaya müdahale edip döviz satması gerekecektir.

Bütün ülkelerin bulundurdukları dış rezervlerin toplamına uluslararası likidite adı verilmektedir. Bretton Woods Sistemi’nin temel rezerv araçları, altın ve Amerikan Doları idi. Ancak, altın, üretiminin yetersizliği ve sanayideki yaygın kullanış alanları nedeniyle, giderek büyüyen uluslararası likidite ihtiyacına cevap verecek durumda değildi. O bakımdan likidite ihtiyacı, zorunlu olarak, Amerikan Doları ile karşılanmıştır. Bu da sistemin en arızalı yönlerinden birini oluşturmaktaydı. Çünkü uluslararası likiditenin elde edilmesi, bir ülkenin dış ödeme açığı vermesi gibi istikrarsız ve uluslararası denetimden uzak bir kaynağa bağlanmış olmaktaydı.

Diğer yandan, Amerika’nın dış ödeme açıkları likidite artışı sağlarken, ayrıca dolara olan güveni sarsmıştır. Sonuç olarak, dünya çapında istikrarsızlıklar ortaya çıkmıştır.

Güvensizlik Sorunu
Bretton Woods Sistemi, yazımızın üst kısmında belirtildiği gibi uygulamaların sürdürülebilir olup olmayacağı konusunda güvensizlik doğurmaktaydı. Bu yüzden, spekülasyonu adeta körükleyen bir sistemdi. Spekülasyon hem döviz piyasalarında hem de altın piyasalarında kendini göstermekteydi.

Sistemin temelinin altına dayalı olması, ABD’nin sınırsız dış açıkları vermesi nedeniyle bir gün gelip ABD’nin yabancı merkez bankalarına tanıdığı dolar altın konvertibilitesini sürdüremeyeceği beklentisi ortaya çıkmıştır. Bu durum resmi altın fiyatlarındaki olası bir yükselişten yararlanmak üzere altın spekülatörlerini yoğun bir satın alma faaliyetine yöneltmişti.

Aynı şekilde sistemin özünü oluşturan sabit parite modeli, döviz spekülasyonları için uygun bir ortam yaratıyordu. Artan dış açıklar karşısında ülkenin hala eski sürdürmeye çalışmasının er geç başarısız olacağı biliniyor, böyle olunca da yoğun spekülatif kaçışlar ortaya çıkabiliyordu. Bu da olası bir devalüasyon kaçınılmaz ve daha derin hale getiriyordu.

Özetle, sistemin temelinde yatan sabit kur uygulaması, doğurduğu güvensizlik nedeniyle adeta spekülasyonu teşvik eden bir mekanizma özelliği taşıyordu.

Emisyon Kazançları Sorunu
Altın ve gümüş gibi, para olarak kullanılan madenlerin üretimi için, diğer mallarda olduğu gibi, değişen ölçülerde reel üretim faktörlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Yani, madeni paraların bir “reel üretim maliyeti”, bir de “paralık değeri” (üzerinde yazılı olan değer) bulunmaktadır. Altın standardının uygulandığı dönemlerde altın madenin üretim maliyetinden yüksek olan paralık değeri farkı, bu paraları çıkartan ülkelerin kral ve hükümdarlarına gidiyordu. (bu yüzden buna seignorage hakkı denilmektedir)

Günümüzde kağıt para standardı geçerlidir, kağıt paraların üretim maliyeti yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla, merkez bankalarının para basması, net olarak basılan paranın değerine yakın miktarda mal ve hizmeti temsil etmektedir. Seignorage hakkı bugünkü toplumlar için de söz konusudur. Yalnız bu haktan hükümdar veya herhangi bir kurum değil, bütün toplum yararlanmaktadır. Kağıt para rejiminde seignorage yerine emisyon kazançları terimini kullanmak daha doğru olmaktadır.

Bretton Woods sisteminde seignorage veya emisyon kazançları sorunu, ABD’nin rezerv para ülkesi olarak elde ettiği ayrıcalıklarla ilgili olmaktadır. Kısaca, dolar basmanın sıfıra yakın maliyeti ile bu dolarları kullanarak elde edilen yabancı mal ve hizmetlerin değeri arasındaki fark, bir anlamda ABD’nin seignorage kazancı oluyordu.

ABD’nin bu karşılık sorumluluğu ise, önceleri yabancı merkez bankaları tarafından kendisine sunulan dolarları altına çevirmekten ibaretti. 1960 lardan sonra bu yükümlülükte fiilen sona ermiştir. Bugünde devam eden sorumluluğu ise yabancıların elinde bulunan dolarlar ABD’nin bu ülkelere karşı borçlarını temsil etmesidir. Bu durum ABD için bir tür faizsiz kredi açılması gibi özellik taşımaktadır.

Bretton Woods sistemi yıkılmadan önce ABD’ye sağladığı ayrıcalıkları nedeniyle öteki ülkeler tarafından büyük eleştiriler almıştır.

Az Gelişmiş Ülkelerin Kalkınma Sorunları
Bretton Woods Sistemi, az gelişmiş ülkelerin kalkınma gereksinimlerini karşılayamamıştır. Sistemin temel felsefesi olan serbest ticaret ve sınırsız konvertibilite, o dönemlerde çoğu gelişmekte olan ülkenin ekonomik gerçeklerine ters düşmekteydi. Yani sistemin az gelişmiş ülkelere yeterli ölçüde reel kaynak transferi sağladığı söylenemez.

3 Temmuz 2011 Pazar

Bretton Woods Sistemi Uygulaması

Bretton Woods Sisteminin yıkılışına kadar yaşadığı süreci kısaca inceleyelim.

Dolar Kıtlığı Dönemi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1950’lerin başına kadar olan süreçte dünyada şiddetli bir dolar kıtlığı (dollar shortage) meydana gelmiştir. Aynı dönemde, Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya, savaşta yıkılan ekonomilerini onarmak için yoğun bir çaba içinde idiler. Onarım için gerekli araç gereçlerin sağlanabileceği tek kaynak ABD idi. Bu sebeple, bu ülkelerin tüm altın rezervleri Amerika’ya akmaktaydı. Ayrıca ABD de çoğunluğu hibe yoluyla olan Marshall yardımlarıyla söz konusu ülkelerin kalkınmalarına önemli ölçüde destek olmuştur.

Ancak 1950’lerin başlarında ilerisi için çok önemli olan, fakat dikkatleri fazla çekmeyen bir olay ortaya çıkmıştır. ABD’nin ödemeler bilançosu ilk kez açık veriyordu. O dönemde sisteminin işleyişi açısından açıkların yararlı olacağı bile düşünülüyordu. Çünkü dünyada likidiye arzının arttırılması, herşeyden önce, Amerika’nın dış ödeme açıklarına bağlı olmaktaydı.

Aşırı Dolar Bolluğu
Amerika’nın dış açıkları giderek süreklilik kazanmış ve bu durum Bretton Woods sisteminin yıkılmasındaki temel etken olmuştur. 1958’e gelindiğinde dünyada artık bir dolar kıtlığı değil, aşırı ‘dolar bolluğu’ (dollar glut) sorunu ortaya çıkmıştır. Yani bu tarihlerde Amerikan doları aşırı-değerlenmiş bir para durumuna gelmiş olmaktaydı. Bu sebeple dolar devalüasyonu gerekliydi. Fakat doların sahip olduğu anahtar para statüsü nedeniyle, onun devalüasyonu engelleniyordu. ABD’nin bunu tek başına yapması da mümkün değildi.

Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya, 1960’ların kalkınmalarını gerçekleştirip önemli birer ekonomik güç halinde ortaya çıkınca, biriktirdikleri doları vakit geçmeden FED (Federal Reserve Bank) ta altına çevirmeye başlamışlardır. Amaçları, Savaş sırasındaki altın stoklarında yaşanan erimeyi geri getirmek ve doğal olarak altın rezervlerini büyütmekti. Ayrıca Fransız Devlet Başkanı aynı dönemde dolara adeta savaş ilan etmişti. Bu ülke sisteminin ABD’ye sağladığı ayrıcalıklar nedeniyle sistemi eleştirmekteydi. Altın fiyatlarının 2 veya 3 kat arttırılarak yeniden altın para standardına dönüşün gerekli olduğunu savunuyorlardı.

Uluslarası mali alanda beklenen kriz ilk kez 1960 yılında “altına hücum” ile başlamıştır. Amerika’nın giderek eriyen altın stokları karşısında spekülatörler doların er geç altına göre devalüe edileceğini tahmin ederek, altın borsasında yoğun alımlara başlamıştır. Bu aşırı talep karşısında sekiz sanayileşmiş ülke (ABD, İngiltere, Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, İsviçre) altın resmi fiyatı 35 dolar seviyesinde tutabilmek için söz konusu tarihte “Londra Altın Fonu” (Gold Pool) adı verilen fonu oluşturmuştur. Bu fonla amaçlanan altın fiyatlarının sabit tutulması ve İngiliz bankasına altın satışlarında destek olmaktır. Bu satışların büyük bir bölümünü karşılayan ABD olmuştur.

Buhran Dönemi
Bu dönemde uluslararası para piyasalarındaki buhranlar giderek yoğunluk kazanmaya başlamıştı. Örneğin, İngiliz Sterlini 1964 den beri sarsıntı geçiriyordu. Sterlin 1967 yılında devalüe edildi. 1968 başlarında spekülatörler yeniden altına hücuma başladılar. Bunun üzerine 1968’de altın fonu üyeleri, bundan böyle serbest piyasada altın fiyatlarını destekleme kararı almışlardır. Merkez bankaları arasındaki işlemlerde resmi altın fiyatı uygulaması sürdürülecekti. Böylece Altın Fonu dağılmış ve altın için ikili bir fiyat sistemi benimsenmiş olmaktaydı. Birisi serbest piyasada arz ve talebe göre oluşan fiyat, diğeri ise merkez bankaları arasındaki işlemlerde geçerli olan resmi fiyattır. İkili fiyat uygulaması, altının parasal fonksiyonunda önemli bir gerilemeye sebep olmuştur.

Bu süreçten sonra Fransız Frankı baskı altına girmiştir. Mali fonlar kitleler halinde franktan kaçırılıp, Alman markı gibi sağlam paralara yöneltiliyordu. 1969 yılında frank devalüe edilmiştir.

Doların Devalüasyonları
1960’ların sonlarında “sürekli istikrarsızlıklar” uluslararası mali alanın başlıca özelliği durumuna gelmişti. ABD ise bu şartlar altında Almanya ve Japonya gibi ödemeler bilançosu fazla veren ülkelerden paralarını dolara göre revalüe etmelerini istiyor. Fakat onlar ise buna yanaşmıyorlardı.

Bunun doğal nedenlerine saymak gerekirse, dış ödeme fazlaları bu ülkelere önemli bir ekonomik ve siyasal güç sağlıyordu. Ayrıca ihracatçı firmalar ve çiftçiler revalüasyona gitmemesi için hükümete baskı yapıyorlardı.

Sonuç olarak Amerikan Devlet Başkanı Nixon, Batılı ülkeleri ve Japonya’yı revalüasyona zorlamak amacıyla, 1971 de çeşitli önlemler almıştır. Örneğin, ithalat üzerindeki gümrük vergileri yüzde 10 oranında arttırılmış ve yerli malların satınalımında vergi indirimi sağlanmıştır.

Bu gelişmeler üzerine Washington’da Smithsonian Institute’de toplanan “Onlar Grubu”nun üyeleri, doların devalüasyonu konusunda anlaşmaya vardılar ve 1971 deki Smithsonian Kararları ile dolar, diğer paralara göre ortalama yüzde 9 oranında devalüe edildi. Altının resmi fiyatı 35 dolardan 38 dolara çıkartılmıştır. Sonuç olarak doların altın konvertibilitiesi sürekli olarak kaldırılmış olmaktaydı. Smithsonian düzenlemeleri, uluslar arası para sisteminde çok az değişiklik yapmıştır. Ulusal paralar, daha yüksek kurlardan yine dolara bağlanmış ancak dalgalanma marjları genişletilmekle, sisteme biraz esneklik kazandırılmış oluyordu.

Doların devalüasyonuna karşın, ABD’nin dış ödeme açıklarındaki artışlar sürmekteydi. Bu büyük açıklar, uluslararası ticari ve mali çevrelerde Smithsonian düzenlemelerinin başarısız olduğu ve yeni bir devalüasyonun gerekli olduğu düşüncesini ortaya çıkarmıştı. 1973 yılında dolar bir kez daha spekülatif baskı altına girmiş ve Batılı sanayileşmiş ülkeler doların yeniden devalüasyonuna karar vermişlerdir. Böylece, ikinci kez, ortalama yüzde 5 oranında dolar devalüasyonu gerçekleştirilmiştir. Altının resmi fiyatıda 38 dolardan 42,3 dolara yükseltilmiştir.

Arz Yanlı Ekonomi Politikası ve Dolar
1973 başlarında belli başlı sanayileşmiş ülkeler, Bretton Woods sisteminin temelini oluşturan, paralarını sabit kurlardan Amerikan Doları’na bağlama uygulamalarına son vermişlerdir. Sonuç olarak, bu ülkelerin paraları ile Amerikan Doları birbirlerine karşı dalgalanmaya bırakılmış olmaktaydı.

Bretton Woods Sistemi’nin kilit parası olan doların dalgalanmaya bırakılması, çok çeşitli yönlerden önem taşımaktaydı. Çünkü dolar önce, uluslararası bir değer standardı idi. Fakat dalgalanmanın olduğu bir para bu standart olma işlevini yerine getiremezdi. İkinci boyut ise, doların rezerv parası olması özelliğidir. Ülkeler resmi rezervlerinin büyük bir bölümünü Amerikan Doları cinsinden tutmaktaydı. Yeni durum, rezervleri çeşitlendirmek anlamına gelen “rezerv yönetimi” sorununu ortaya çıkarmıştır. Üçüncü boyut ise, yukarda belirtildiği üzere, Bretton Woods sisteminin yıkılmasından sonra çoğunluğu az gelişmiş ülkelerden oluşan bir grup ülke, sabit kur uygulamalarını sürdürerek paralarını yeniden Amerikan dolarına bağlamışlardır. Doların öteki paralara göre değerinin değişmesi, o ülkelerin ulusal paralarının da, aynı yabancı paralar karşısında değerlerinin değişmesi anlamına gelmekteydi. Bu nedenle bu tarz bir gelişme dış denge durumlarını olumsuz etkileyeceği ve parasının dolara bağlayan ülkeler açısından olumsuz sonuçlar doğurması kaçınılmaz olmaktaydı.

Bu bahsedilen sorunlar münasebetiyle, günümüzdeki sistemin önemli bir parçası olan “para sepetleri”ne verilen büyük önem ortaya çıkmıştır. Ülkeler SDR ve ECU gibi genel veya bölgesel para sepetleri dışında, özel olarak oluşturdukları birleşik hesap paraları oluşturma yoluna da gitmişlerdir. Bir tek para yerine, değer standardı olarak bir para sepetinin belirlenmesi, tek para değerinde görülebilecek ani ve sık değişikliklerin etkilerini azaltmaktadır.

Bu duruma bağlı olarak SDR ve ECU gibi birleşik para birimlerinin uluslar arası değer ölçüsü olarak kullanılması oldukça yaygınlaşmıştır. Avrupa para birimi Euro nunda bu amaçla kullanılması beklenilmektedir.

Dolar 1973 Mart ayında dalgalanmaya bırakılınca piyasada bir miktar değer kaybetmişti. Fakat birinci petrol şoku, doların değerini yükseltici bir etki ortaya çıkarmıştır. 1977’den sonra dolar tekrar inişe geçince, Carter Yönetimi doları desteklemek için bazı önlemler almıştır. (sıkı para ve maliyet politikaları)

Doların değerinde yükselmeye yol açan diğer bir gelişme ise 1980’de Reagan Yönetimi’nin iş başına gelmesiyle uygulanan “Arz-Yanlı Ekonomi Politikası”dır. (supply-side economics) Talepten çok arz faktörüne ağırlık veren bu politikalar Keynes ekonomisinin tersine, ekonominin canlandırılması için üretimin artırılması, bu amaçla da özel kesimin özendirilmesi esasına dayanmaktadır. Özel kesimi teşvik etmek için vergilerin indirilmesi ve kamu harcamalarının kısılması öngörülmektedir. Bu önlemlerin ortaya çıkardığı bütçe açıkları ise iç ve dış borçlanma, yani yüksek faiz politikası ile finanse edilmiştir.

1980 başlarında uygulamaya konulan bu politika ile, Avrupa ve Uzak Doğu piyasalarında kısa süreli fonların yoğun bir şekilde ABD’ye doğru aktığı görülmüştür. Ülkeye yoğun olarak giren yabancı sermaye fonları, doların değerini yapay olarak yükseltiyordu. Doların değerinin bu şekilde yükselmesine rağmen, ABD’nin bunu önlemek adına bir girişimde bulunmaması “özel çıkar sağlamaya yönelik ihmal” (benign neglect) politikası olarak adlandırılmaktadır. Bu durum 1981 den 1985 e kar sürmüştür.

Ülkelerinden sermaye kaçışına neden olduğu için, Japonya ve Almanya gibi ülkeler bu politikalardan şikayetçiydiler. ABD ise bu ülkelerin, özellikle Japonya’nın kısıtlayıcı politikaları sonucu biriktirdikleri dış ödeme fazlalarının Amerikan ticaret bilançosu açıklarına yol açtığını savunarak, bu ülkelerin daha liberal bir dış ticaret rejimi ve harcama genişletici politikalar izlemeleri gerektiğini söylemekteydi. Sonuçta, 1985 yılının Eylül ayında taraflar arasında anlaşma sağlanmıştır. Bu duruma göre, ABD yüksek faiz politikasını bırakmış, Japonya da iç piyasada harcamalarını genişletici politikalar uygulamayı kabul etmiştir.

Plaza Anlaşması’ndan sonra dolar, döviz piyasalarında inişe geçmiş ve bir süre sonra da belli bir istikrara kavuşmuştur. Bugün itibariyle uluslar arası borsalardaki gelişmelere bağlı olarak doların değeri değişmektedir. Ancak çeşitli piyasalarda doların değerinde ortaya çıkan ani iniş ve çıkışlar çoğunlukla ilgili yabancı ülke merkez bankaları tarafından piyasaya yapılan müdahaleler ile önlenmeye çalışılır.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı Arasındaki Buhran Dönemi

Büyük Dünya Depresyonu, altın para dönemi hakkında yazımızda (tıklayarak ulaşabilirsiniz) belirtilen altın standardının yıkılışını hızlandırmıştır. 1929 buhranı önce ABD nin sermaye piyasasında bir panik olarak ortaya çıkmış ve sonra da bu ülkenin sanayi üretiminde ve istihdam düzeyinde aşırı düşüşler şeklinde etkisini göstermiştir. Neticesinde, bu ülkenin ithalatı aniden azalmış ve dış dünyaya sağladığı krediler kesilmiştir. ABD ayrıca, içerde yaşanan işsizliği önlemek amacıyla 1930 da Smooth-Hawley tarife kanunu ile gümrük tarifelerini de (ortalama 50%) yükseltmiştir. Bu durum Amerikan ekonomisinin canlılığı diğer ülkeler için çok önemli olduğu için dikkate alınması gereken bir noktadır.

Amerika’daki bu olaylara diğer ülkelerin gösterdiği ilk tepki, altın standardından ayrılmak ve dış alımlar üzerinde kısıtlamalar koymak şeklinde olmuştur. Bu dönemde, milli gelir ve çalışma düzeyindeki düşmeyi önlemek için tarifeler ve öteki ticaret engelleri sık kullanılan araçlar olmuşlardır. Ülkelerin kendi milli gelir ve istihdam düzeylerini bu gibi yollarla korunmaya çalışılmasına “komşuyu zarara sokma politikası” (beggar-thy-beighbor policy) denilmektedir. Bütün bu uygulamalar dünya üretim ve ticaret hacmini daha önce görülmemiş bir şekilde düşürmüştür. 1932 ortalarında sanayi mallarının dünya üretim ve ticareti, 1929 yılı başlarındaki miktarın yaklaşık 1/3 ü oranında gerilemiştir.

Uluslararası mali alanda beklenen panik ise 1931 yılında “Credit Anstalt” adlı bir Viyana ticaret bankasının iflasa sürüklenmesi üzerine başlamıştır. Hemen tüm Avrupa ülkelerinde yabancı alacaklılar, kısa süreli alacaklarını geri çekmek için bankalara akın ettiler. Alman Merkez Bankası bu durumda ülkenin altın ve döviz rezervlerinin tükenmesini önlemek için, “kambiyo denetimi” uygulamaya başlamıştır. Bu uygulamayı birçok kuzey ve doğu avrupa ülkesi de takip etmiştir.

Böylece, 1930lara gelindiğinde ülkeler birer ikişer altın standardını terk etmiş bulunuyorlardı. İngiltere altın standardından 1931de, ABD ise 1933de ayrılmıştır.

Altın standardı işlevini yitirdikten sonra ulusal paraları birbirine dönüştürebilme imkanı kalmamıştı. Bu durum ülkeleri, uluslararası ödemelerde iki taraflı (bilateral) anlaşmalar yapmaya zorlamış ve böylece dünyada varolan çok taraflı denkleştirme mekanizması ortadan kalkmıştı. Bu gelişmelerin neticesinde dünya ticareti ciddi bir darboğaza girmişti.

İrdelenmesi gereken bir nokta ise, para alanları ve para blokları adı verilen mali gruplaşmaların bu dönemde ortaya çıktığı gerçeğidir. Örneğin, İngiltere altın standardından ayrıldıktan sonra sterlinin değerini serbest bırakmıştır. Buna istinaden parasındaki aşırı dalgalanmayı önlemek için piyasaya yapacağı müdahaleleri desteklemek için “İngiliz Kambiyo Denkleştirme Fonu” (Exchange Equalization Fund) kurmuştur. Bu fonun görevi günümüzdeki merkez bankalarının yaptıklarına benzer şekilde, serbest piyasada, sterlin karşılığında yabancı paralar alıp satarak ulusal paranın istikrarını sağlamaktı.

Altın standardının yıkılmasından sonra, çoğunluğu eski İngiliz sömürgelerinden oluşan bir grup ülke, ulusal paralarını sterline bağlamıştır. İngiltere de parasındaki aşırı dalgalanmayı önleyerek bu ülkeleri zarara uğratmaktan kaçınıyordu. Sonuç olarak, sözü edilen ülkeler İngiltere’nin önderliğinde bir “sterlin sahası” ortaya çıkmıştır.

Sterlin sahasının merkezi Londra idi. Bu gruba bağlı ülkeler dış rezervlerini çoğunlukla sterlin olarak Londra’da tutuyorlardı. Bölge içi ticarette ödemeler, Londra’daki bu rezervlerin kullanılması ile göreceli biçimde serbestçe yapılabiliyordu. Fakat sterlin alanının dışındaki ülkelerle ticaret, sıkı kambiyo denetimi ve yoğun ithal kısıtlamalarına tabi tutulmaktaydı.

Fransa’nın önderliğinde de ufak bir grup ülke (İsviçre, Belçika ve Hollanda) ulusal paralarını altına bağlı olarak sürdürmüşlerdir. Bu ülkeleri de altın bloku olarak sayabiliriz. Fakat ödemeler birçok kısıtlamaya tabi tutuluyordu. Nitekim, söz konusu dönemde büyük dış ödeme açıklarını önleyebilmek için Fransa, ithalatta kota sistemini uygulamaya koymuştu.

Almanya önderliğindeki çoğunluğu az gelişmiş ülkelerden oluşan geniş bir grup ise, kambiyo denetimi uygulamasına başlamışlardır. (Türkiye dahil)

ABD’ye gelirsek, bu ülke serbest dalgalanmaya bıraktığı doların bir miktar değer yitirmesine izin verdikten, 31 Ocak 1934 te 1 ons altın: 35$ olarak dolar değeri belirlenmiştir. Bu tarihte saptanan resmi dolar fiyatında 1971 yılı Aralık ayına kadar doların devalüasyonuna kadar bir değişme yapılmamıştır.

Özetle söylenebilir ki, İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde, uluslararası mali alan tam bir karışıklık içinde bulunmaktaydı. Evrensel altın standardı yıkılmış ve onun yerine üstte ifade edilen birbirinden ilgisiz başlıca üç para bloku oluşmuştu.

Kambiyo denetimi uygulayan geniş bir grup ülkenin ulusal paraları konvertibilitesini yitirmiştir. Bu ülkelerde ticaret iki yanlı anlaşmalarla düzenlenmeye çalışılmıştır, yüksek gümrük tarifeleri ve sıkı miktar kısıtlamaları yaygın kullanılan uygulamalar durumuna gelmiştir. Sabit kurdan parası aşırı değerlenen ülke devalüasyon yapıyor, ancak ticaret ortakları da bundan zarar görmemek için karşı devalüasyonlara başvuruyorlardı.

Altın Bloku’na bağlı ülkeler de sabit kurlardan doğan dış açıklarını önlemek için gümrük tarifelerini yükseltmekte ve yoğun miktar kısıtlamaları uygulamaktaydı. Yalnızca sterlin bölgesi içinde ticaret bir ölçüde serbestçe yürütülüyor ve diğer bloklara göre paralar oldukça sınırlı bir konvertibiliteye sahip bulunuyordu.

Altın Para Dönemi

Dünyada 1870lerden Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar kesintisiz olarak altın standardı uygulanmıştır. Şüphesiz, o zamanlarda dünya ekonomisinin merkezi Batı Avrupa, ve özellikle İngiltere olarak söylenebilirdi. Bu yüzden bu yazımızda yapacağımız açıklamaları okurken, zamanın koşullarını da göz önünde bulundurmak faydalı olacaktır.

Altın Para Standardı hakkındaki yazımızından (tıklayarak ulaşabilirsiniz) hatırlanacağı gibi, bu sistemin başlıca özellikleri şunlardır:

-Ulusal paralar arasındaki değişim oranı, ilgili paraların altın değerine göre belirlenmektedir.
-Döviz kurlarındaki değişmeler, altının bir ülkeden diğerine gönderilmesi için gerekli masrafların belirlediği altın ithal ve ihraç noktalarıyla sınırlandırılır.
-Bu durumda iktisat politikasının temel amacı olan dış denkleşme, otomatik gelir ve fiyat mekanizması aracılığıyla sağlanmaktadır.
-Altın Para Standardı gereği olarak ülkeler, bir dış dengesizliğin para arzı üzerindeki otomatik etkilerini önleme (kısırlaştırma) yoluna gidememektedir.

19. yüzyılda, altın standardı “altın çağı” nı yaşanmıştır. Bu dönemde uluslararası ödemelerde mali buhranlara nadir rastlanmaktaydı.

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle altın standardı uygulamasına ara verilmiştir. Savaş ekonomisinin getirdiği güçlükler nedeniyle, belli başlı paraların altına bağlılığı kaldırıldı ve serbest dalgalanmaya bırakıldı. Ancak bu dünya ekonomisi açısından sürekli bir çözüm olarak kalamazdı. Çünkü tekrar altın standardının getireceği istikrarlı bir sisteme istek vardı. Sonuç olarak savaş sona erdiği gibi, ülkeler ardı ardına altın standardına dönmeye başlamıştır. Ulusal paralar yeniden altına bağlanırken, savaş öncesi paritelerin aynen kabul edilmesine çok önem verilmekteydi. Bu durum bir ulusal prestij konusu olarak görülmekteydi. Oysa bu tutum, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacak parasal buhranların altyapısını oluşturacaktı. Çünkü savaş sırasındaki enflasyonist gelişmeler nedeniyle, ülkelerin göreceli rekabet güçleri değişmiş durumdaydı.

1919’da ilk olarak ABD, eski kurdan altın standardına dönüş gerçekleşmiştir. Bu durum diğer ülkelere örnek olmuştur. İngiltere de 1925 yılında savaş öncesi paritesi üzerinden altına bağlanmıştır. 1928 yılına gelindiğinde tüm ülkeler yeniden altın standardına dönmüşlerdir.

Dünya para tarihindeki bu ikinci altın standardı dönemi başarılı olamamıştır. Çünkü her şeyden önce, böyle bir sistemin varolabilmesi için gereken temel koşullar mevcut değildi. Devlet müdahalesinin giderek arttığı 20. yüzyılın ekonomik ve sosyal dünyası, 19. yüzyılın liberal ekonomisinden oldukça farklıydı. Artık uluslararası ticaret ve ödemelerde sınırsız bir serbestlik söz konusu değildi.

Devlet, ekonomik ve sosyal alanda yeni görevler edinmiştir. İşsizlikle mücadele, sosyal güvenlik, dengeli gelir dağılımı, fiyat istikrarı ve iktisadi kalkınma bunların başlıcalarıdır. Hükümetler bu amaçlara yönelik olarak serbest ticarete giderek artan kısıtlamalar koyuyorlardı. Dış açık ve fazlaların ulusal para arzını etkilemesi de otomatik olmaktan çıkmıştı. Merkez bankaları dış dengesizliklerin para arzı üzerindeki istenmeyen etkilerini derhal kısırlaştırıyorlardı. (önlüyorlardı) Dış dengenin sağlanması birinci amaç olmaktan çıkmış, onun yerine iç denge gelmişti. Ayrıca savaş başta Almanya olmak üzere birçok ülke için dış borç ve savaş tazminarı sorununu doğurmuştur, bu da sermaye akımlarının hızını yavaşlatmıştır. Sözü edilen nedenlere bağlı olarak 1920 lerdeki ikinci altın standardı uygulaması uzun ömürlü olmamıştır.

Uluslararası Para Sistemi

Uluslararası Para Sistemi

Uluslararası ekonomik ve mali ilişkilerin düzenli şekilde gelişebilmesi her şeyden önce, etkin ve aksamadan işleyen bir uluslararası para sisteminin varlığına bağlıdır. O nedenledir ki, Adam Smith bile uluslararası para sisteminin önemini vurgulamak için, onu bir “büyük tekerlek” e (great wheel) benzetmiştir. Arabanın, (benzetmede dünya ekonomisi) iyi işlemesi için tekerleklerin de iyi dönmesi gerekiyordu.

Bu yazımızda uluslararası para sistemini genel olarak incelemeye çalışacağız. Uluslararası para sistemi, ülkelerin uyguladıkları döviz kuru sistemlerini, uluslararası anlaşmalarla belirlenen kuralları ve öngörülen mekanizmaları ve oluşturulan uluslarası mali kuruluşları ifade etmektedir.

Uluslararası para sistemini incelemesini öncelikle günümüzdeki uygulamalar üzerinden yapacağız. Fakat bilindiği gibi uluslararası para sisteminin uzun bir geçmişi vardır. Bu yüzden günümüz uygulamalarının geçmişteki uygulamaların bir uzantısı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu duruma istinaden sonraki yazılarımızda uluslar arası para sisteminin geçmişi üzerine de bir yazı yazmayı planlıyorum.

Günümüzde belirli bir sistemden söz etmek oldukça güçtür. Çünkü mevcut uygualamalar önceden planlanmış ve uluslararası anlaşmalara göre tasarlanmış bir modele dayanmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanan sabit kurlu Bretton Woods Sistemi 1973 yılına kadar sürmüştür. Bu sistemin kaldırılması sonrasında her ülke kendisine uygun bir sistem uygulamaya başlamıştır. O dönemde bu durumun geçici olduğu düşünülüyordu, yani tekrar Bretton Woods sistemi gibi anlaşmalara dayalı bir sistemin ilerde oluşturulacağı varsayılıyordu.

Ancak geçen zaman sürecinde bu uygulamaların süreklilik kazandığı görülmüştür. Pek tabii ki Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından bu uygulamaların düzenlenmesi amacıyla bazı kararlar alınmaktadır. Fakat, bunları bir sistem olarak belirtmek yerine, yalnızca uluslararası parasal ilişkilerin düzenli biçimde gelişmesini sağlamaya yönelik ilkeler olarak ifade etmek daha doğru olacaktır. Bugün her ülke, IMF’ye bilgi vermek şartıyla serbest değişken kur sistemi ile katı sabit kur sistemleri arasındaki çeşitli düzeylerden istediği uygulamayı seçmekte ve gerekli gördüğü takdirde istediği zaman değiştirmekte serbesttir.