26 Ağustos 2011 Cuma

IMF Kredilerinin Kaynağı Nedir?

IMF, üye ülkelerin kredi taleplerini karşılayabilmek için yeteri büyüklükte bir likiditiye sahip olmalıdır. Fon un likiditesi normal kaynaklar ve ödünç alınan kaynaklardan oluşmaktadır.



IMF nin normal kaynakları, Fon da toplanan “kullanılabilir” paralarla SDR yi kapsamaktadır. Fon un emrinde her an çeşitli ülke paralarından ve SDR den oluşan bir kaynak stoku mevcuttur. Fon daki bu paralar üye ülkelerin IMF deki kotalarına karşılık olarak yatırılmıştır. Fon, kredi verirken (satış işlemi) sağlam paraları kullanmaktadır. Bir paranın kullanılabilir olmasına Fon un yönetim kurulu karar vermektedir. Genellikle ödemeler bilançosu durumu ve resmi rezerv pozisyonları sağlam olan ülkelerin paraları bu statüye sahip olmaktadır.



Fon un altın stokları hemen kullanılabilecek kaynaklar arasında sayılmamaktadır. Çünkü bunların önce nakte dönüştürülmesi (satılması) gereklidir. Bu da Fon üyelerinin toplam oylarının yüzde 85 ini gerektirmektedir.



İkinci olarak Fon, normal kaynaklarını geçici olarak desteklemek amacıyla borçlanma yoluna da gidebilmektedir. Uygulamadaki ilkelere göre, borç alınan fonlar toplam kotalarını yüzde 50-60 ını geçemez. Borçlanma kaynaklarının başlıcalarını aşağıdaki açıklamaya çalışacağım.



Ödünç Alma Genel Anlaşması (General Agreement to Borrow – GAB)

IMF ile “Onlar Grubu” diye bilinen başlıca 10 sanayileşmiş ülke arasında 1962 yılında yapılmış olan bir anlaşmadır. Uluslararası para sistemini bozacak veya sistemin işleyişini engelleyecek herhangi bir gelişme karşısında, bu ülkeler tarafından Fon a ek kaynak sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. 1964 yılında İsviçre (IMF ye olmamasına rağmen Fon üyesiymiş gibi davranmıştı) de anlaşmaya katılmıştır.



Anlaşma, başlangıçta dört yıllık bir dönem için yapılmıştı. Ancak sürekli gözden geçirilmiş ve bazı düzenlemelerle bugüne kadar yenilenmiştir.



Ayrıca 1997 yılında YEDİLER GRUBU ülkeleri, Yeni Ödünç Alma Düzenlemeleri (New Arrangements to Borrow – NAB) adı verilen bir anlaşmayı kabul etmişlerdir. Bu anlaşma ile acil durumlarda kullanılmak üzere GAB altında IMF ye sağlanacak kaynak miktarının, iki katına çıkartılması öngörülmektedir.



Diğer Borçlanmalar

Fon, likiditeyi arttırmak için çeşitli resmi kuruluşlardan kısa veya orta vadeli olarak borçlanabilmektedir. Bunlar dahilinde üye ülkelerin merkez bankalarıyla bazı uluslararası mali kurumlar bulunmaktadır.


Örneğin, Uluslararası Denkleştirme Bankası (Bank for International Settlements) ve Suudi Arabistan Parasal Ajansı (Saudi Arabian Monetary Agency) geçmişte Fon un borçlandığı kuruluşların başında gelmektedir.



Merkez Bankaları-arası Swap Anlaşmaları

Aslında bu tip anlaşmalar Fon un mali kaynakları arasında sayılmamaktadır. Ancak Sözü edilen anlaşmalar Fon kaynaklarına olan talebi azaltıcı etki yapmaktadırlar.



Swap Anlaşmaları, merkez bankaları arasındaki iki taraflı anlaşmalardır. İki ülke, geçici nitelikte dış dengesizliklerinin finansmanına katkıda bulunmak için karşılıklı olarak birbirlerine kendi paralarını sunmakta, yani paralarını değiş-tokuş etmektedirler. (SWAP)



Örneğin, ABD, alman markı bakımından likidite sıkıntısı çekmekte olduğu kabul edilirse, Eğer aralarında bir swap anlaşması varsa, Federal Reserve Bank, Alman Merkez Bankası ndan dolar karşılığında, kendisine DM sağlanmasını isterler. Böylece, ihtiyaç duyduğu yabancı para cinsinden fon elde eden ülke, bu kaynakları kullanarak döviz piyasasına müdahale edebilmektedir. Bu da spekülatif sermaye çıkışlarını caydırıcı bir etki doğuracaktır. Alınan paralar daha sonra geri verilmektedir. Swapların geri ödeme süreleri genellikle 3 ile 12 ay arasında olmaktadır.



Swap Anlaşmaları ilk kez 1962 yılında Federal Reserve Bank (ABD) ile bazı Avrupa ülkelerinin merkez bankaları arasında imzalanmıştır. O dönemlerde dolara karşı yoğun spekülatif akımlar mevcuttu. ABD, bu şekilde para değiş tokuşu anlaşmaları yapmakla gerekli fonları sağlayarak spekülatif akımlar caydırılmaya çalışmaktadır.



Sanayileşmiş ülkeler esnek kur sistemine geçtikten sonra da merkez bankası swaplarının kullanılması artarak sürmektedir. Bugün bu anlaşmalardan daha çok piyasa kurlarındaki ani değişmeleri gidermek veya kur dalgalanmalarını yumuşatmak amacıyla kullanılmaktadır.

Özel Çekme Hakları (SDR)

Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights: SDR), IMF nin aynı adı taşıyan ayrı bir bölümü tarafından çıkartılmaktadır. 1970 yılında mevcut uluslararası likiditeyi arttırmak üzere IMF tarafından yaratılan özel bir uluslararası rezerv aracıdır. Bu kanaldan üye ülkelere, IMF deki normal çekme haklarından ayrı bir dış rezerv sağlanmaktadır. IMF ye bağlı olmakla birlikte, normal çekme haklarından farklı bir statüye sahiptir. IMF nin yönetimindeki Özel Çekme Hakları programına katılmak zorunlu olmayıp üye ülkelerin isteğine bırakılmıştı. Ancak uygulamada tüm üyelerin bu programa katıldığı görülmüştür.



SDR genel olarak, bir hükümetin diğerinin merkez bankasından, onun ulusal parasını çekmesine imkan veren bir haktır.


Örneğin; Türkiye nin, dolar rezervine ihtiyacı olsun ve bu amaçla SDR lerini kullanmak istesin. Bu durumda, bütün yapacağı iş, elindeki SDR leri Amerikan Merkez Bankasına devretmekten ibarettir. SDR leri devralan Federal Reserve Bank, bunların karşılığı olan dolar tutarını Türkiye ye transfer etmekle yükümlüdür. Bu işlem nedeniyle Türkiye, dolar elde ederken, aynı zamanda karşı ülkeye yine IMF aracılığıyla bir faiz ödemesinde bulunmaktadır.



SDR programına göre buna katılan bir üye, diğer üyelerin kendisine devredeceği SDR leri kabul etmek zorundadır.



SDR lerin uluslararası likidite talebindeki artışı karşılamak üzere çıkartılması öngörülmüştür. IMF yönetim kurulu gelecek 5 yıllık dönemler için uluslararası ekonominin likidiye talebi konusunda tahminlerde bulunduğu toplantılarda, hangi tarihlerde, ne miktarda SDR çıkartılacağına karar vermektedir. Bu kararın toplam oy hakkının yüzde 85 ine sahip 3/5 oranındaki IMF üyelerinin onaylaması ile SDR ler yaratılmış olmaktadır.



Ancak bugüne kadar yalnız iki parti SDR çıkartılmıştır. İlk parti SDR, 1970-1972 döneminde gerçekleştirilip toplam 9.3 milyar dolar tutarında (1970 de 3.3 milyar $, 1971 ve 1972 de de 3 er milyar $ olmak üzere) dır. İkinci parti çıkartılan SDR ise 1979, 1980 ve 1981 yıllarında 4 er milyar $ olmak üzere toplam 12 milyar dolar tutarındadır. Böylece bugüne kadar yaratılan toplam SDR miktarı 21.4 milyar dolardır. Yeni yaratılan SDR ler IMF üyelerine, Fon daki kotaları oranında dağıtılmaktadır.



Sözü edilen iki parti SDR nin çıkartılması ve dağıtımından sonra çok sayıda yeni ülke IMF ye katılmıştır. Bu nedenle değişen yeni dünya koşullarına uyum sağlamak için 1998 yılında, IMF Yönetim Kurulu, şimdiye kadar çıkartılana eşit miktarda 21.4 milyar SDR, yeni bir parti SDR çıkartılmasına karar vermiştir. Bu yeni SDR ler, eski ve yeni tüm üye ülkelerin sahip oldukları SDR miktarı, IMF deki kotalarının sabit bir oranına (yüzde 29.32) eşitlenecek şekilde dağıtılacaktır. Böylece, yeni katılan üyelerin de pay almaları ve mevcut tahsisler arasındaki göreceli farklılıkların giderilmesi sağlanmış olacaktır.



SDR lerin Devredilmesi

SDR karşılıksız olarak çıkartılan bir rezerv aracıdır. Yani çıkartılması için bir altın veya döviz karşılığına gerek duyulmamaktadır. SDR ler bir kere yaratılınca sistemde sonsuz olarak varlığını sürdürürler.



Yeni SDR çıkartma kararı alınınca, bunun gerçekleşmesi için üye ülkelerin IMF deki hesapları üzerine bir kayıt düşülmesi yeterli olmaktadır. Diğer bir deyişle, bir ülkeye belli miktarda SDR tahsisi yapılınca IMF, bu ülkeyi, hesaplarında o kadar SDR alacaklandırmaktadır. Bir A ülkesi SDR lerini, ulusal parasını elde etmek için B ülkesine devrederse IMF, A nın hesabından o miktar SDR yi indirerek B nin hesabına kaydeder. Görüldüğü gibi, SDR ancak hesaptan hesaba aktarılan, fiziki varlığı olmayan bir para veya hesap birimidir.



IMF nin normal çekme haklarındaki gibi SDR, üye ülkelere bu kurumdan bir mali kaynak veya fon sağlama hakkı vermez. Bunun yerine, öteki ülkelerden ulusal para elde etme olanağı doğurmaktadır. Normal IMF kredilerinden farklı olarak SDR nin geri ödenme zorunluluğu da yoktur. Önceleri, bir ülkenin beş yıllık dönemler boyunca ortalama olarak tuttuğu SDR miktarının belirli bir sınırın altına inmesi şeklinde bir kayıt mevcuttu. 1981 den itibaren bu koşul kaldırılmıştır. Bu nedenle bugün üye ülkelerin ellerindeki SDR leri kullanabilmelerini engelleyen herhangi bir kısıtılama bulunmamaktadır.



Fakat, başkaları tarafından kendilerine SDR devredilen ülkeler bakımından bir kayıtlama söz konusudur. Bu da daha önce değinildiği gibi, bu ülkelerin toplam miktar ilk tahsislerinin yüzde 300 üne ulaşıncaya kadar SDR kabul etmek zorunda olmalarıdır. Bundan sonraki miktarları kabul edip etmemek ülkenin kendi isteğine bağlı olmaktadır. SDR sini başka ülkelere devredenler, IMF kanalıyla, kabul eden ülkelere net bir faiz öderler. Faiz oranları, IMF de en yüksek kotası bulunan beş büyük ülkenin ulusal faiz oranlarına dayanan bir formüle göre hesaplanır.



Hesap Birimi Olarak SDR nin Değeri

Özel Çekme Hakları, hem bir uluslararası likidite aracı (rezerv parası), hem de bir hesap birimi durumundadır. SDR nin oluşturulmasında, bunun aynı zamanda IMF faaliyet ve işlemlerinde kullanılacak bir hesap birimi olarak göre yapması tasarlanmıştı. 1970 de program ilk kez uygulamaya konduğunda SDR, altın paritesine bağlanmıştı. Böylece de 1 SDR:1 ABD Doları idi. Sonraları ise doların devalüasyonları neticesinde SDR nin dolar fiyatı da yükselmiştir. Dalgalı kur dönemine geçilince, 1974 yılından itibaren SDR nin değeri “para sepeti” yöntemine göre belirlenmeye başlanmıştır.



Önceleri SDR nin hesaplanmasında 16 sanayileşmiş ülke ulusal parası temel alınıyordu. 1981 den sonra değerlendirme 5 büyük ulusal paraya (dolar, mark, frank, yen, sterlin) göre yapılmaktaydı. Fon uygulamalarına göre, SDR kapsamına girecek ulusal paralarla bunların ağırlıkları, her beş yılda bir yeniden gözden geçirilir. Euro nun AB nin ortak para birimi olarak benimsenmesi üzerine 2000 yılı Eylül ayından sonra SDR nin değeri Amerikan doları, Euro, Japon yeni ve İngiliz sterlinine göre belirlenmeye başlanmıştır. SDR ye dahil edilecek para birimlerin seçiminde iki ilke geçerli olmaktadır. Bunlardan birisi uluslararası ticari piyasalarla, diğeri de mali piyasalarla ilgilidir. Birinci ilkeye göre seçilecek ülke veya bölgenin en büyük mal ve hizmet ihracatçısı olması, ikincisine göre de uluslararası işlemlerde ve döviz piyasalarında yaygın şekilde kullanılması gerekmektedir.



Bu iki kritere göre seçilen dolar, euro, yen ve sterlinin sepet içindeki ağırlıkları sırasıyla 45%, 29%, 15%, 11% dir. (Nisan 2001)

1 SDR = 1.26 $



Sepet para tekniğine göre oluşturulan paraların en önemli yararı, bunların değerinin tek paraya göre daha istikrarlı olmasıdır. Çünkü sepetteki paraların bazıları değer kazanıp, bazıları değer kaybettiği için, ortalamada fazla bir değişiklik olmayabilmektedir. Bu nedenle birleşik para olarak SDR nin değeri büyük ölçüde istikrarlı olmaktadır.



1983 ten beri SDR nin faiz oranı, sepette yer alan paralar üzerindeki kısa süreli faiz oranlarının ortalamasın göre haftalık olarak hesaplanmaktadır. Bu maksatla genellikle 3 aylık hazine bonosu faizleri veya eşdeğerleri dikkate alınmaktadır.



SDR ve Dünya Rezerv Arzı

SDR programının kuruluş amacının uluslararası likidite artışlarını sağlam, güvenilir ve uluslararası denetim altında bulunan bir kaynağa bağlamak olduğunu daha önce ifade etmiştik. SDR nin üretiminin çok kolay ve masrafsız olduğu, istenilen anda, istenen miktarda arttırılabildiği göz önünde alındığında ideal bir rezerv para olduğunu söylemek yanlış olmaz.



Bununla birlikte SDR ler uluslararası likidite içinde önemli bir rol oynayamamıştır. Bunu Bretton Woods tan sonra dünyada esnek kur sistemlerine geçilmesi ile açıklama imkanı da yoktur. Burada, büyük ülkelerin ve özellikle ABD nin tercihleri ön plana çıkmaktadır. Doların ve daha düşük ölçülerde öteki sağlam paraların rezerv aracı olarak kullanılmasından sağlanan senyoraj kazançları nedeniyle büyük ülkeler programa yeterli bir ilgi göstermemişlerdir. AB ülkeleri de yeni oluşturulan euro aracılığıyla senyoraj kazançlarından pay almayı ummaktadırlar.



SDR nin Kullanım Alanları

SDR, ulusal paraların dalgalanmaya bırakıldığı bir dönemde, büyük ölçüde değerini koruyan bir para niteliğine sahip olduğu için, uluslararası mali işlemlerde önemli bir hesap birimi görevi yapmaktadır.



Ancak IMF dışında, bazı uluslararası veya bölgesel kuruluşlar da borçlarının ödenmesi ve alacaklarının tahsisi gibi işlemlerde SDR yi kullanmaktadırlar. Bunlar SDR departmanında aynen ülkelerin tabii oldukları kurallara bağlı olarak işlem yapma yetkisine sahiptirler. Ancak, bu kuruluşlara, yeni SDR tahsisi yapılmaz. Bugün SDR departmanına izinli olarak kaydedilen kuruluşlar arasında Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Afrika Kalkınma Bankası, Arap Parasal Fonu, Asya Kalkınma Bankası, Uluslararası Denkleştirme Bankası, İslam Kalkınma Bankası, İsviçre Milli Bankası, Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu vs. yer almaktadır.



SDR ayrıca uluslararası borç, alacak, yatırım, bütçe vs. gibi varlıkların mali değerlerinin ölçülmesinde kullanılan bir değer standardı rolü oynar. Şüphesiz, gücünü Amerikan ekonomisinin dünyadaki ağırlığından alan dolar da geleneksel olarak bir uluslar arası değer standardı (hesap birimi) görevi yapmaktadır. Ancak, özellikle günümüzde yağunluk kazanan kısa süreli sermaye akıımlarına bağlı olarak değerinin ani olarak ve sık sık değişmesi (veya herhangi başka bir tek paranın) bu fonksiyonu yerine getirmesi için önemli bir engel olmamaktadır.



Ayrıca günümüzde sabit kur sistemini benimseyen bir grup ülke, ulusal paralarını SDR ye bağlamıştır. Diğer taraftan, bazı özel işletme veya kuruluşlar uluslararası piyasalardan borçlanmak üzere SDR cinsinden tahvil ihraç etmektedir. Bu gibi uygulamalara “özel SDR” denilmektedir. Bununla birlikte, SDR nin özel finansman amaçlarıyla kullanışı hala oldukça sınırlıdır.

En Yoksul Az Gelişmiş Ülkelere Özel Kaynaklar (IMF)



IMF nin, en yoksul durumdaki az gelişmiş ülkeler için oluşturduğu bazı kredi kaynakları mevcuttur. Bunları aşağıda inceleyeceğiz.



Yapısal Uyum Kolaylığı

Yapısal uyum kolaylığı ndan (Structural Adjustment Facility: SAF), sürekli dış ödeme sorunlarıyla karşılaşılan az gelişmiş ülkelere, orta vadeli makro ekonomik denkleşme politikalarını ve yapısal reformları desteklemek üzere, oldukça uygun koşullarla kredi sağlanmaktadır.



Bunun için üye ülkenin IMF ve Dünya Bankası ile işbirliği yapması ve üç yıllık orta vadeli genel bir plan belirlemesi gereklidir. Bu genel plan çerçevesinde ayrıntılı yıllık programlar hazırlanmakta ve adı geçen hesaptan yıllık programlara aşamalı şekilde mali destek sağlanmaktadır. Kredilerin yıllık faizi yüzde 0.5 ve geri ödeme süreleri 5,5 ile 10 yıl arasında olmaktadır.



Yoksulluğu Azaltma ve Büyüme Hesabı

Önceleri Arttırılmış Yapısal Uyum Kolaylığı (Enhanced Structural Adjustment Facility: ESAF) adı verilen bu hesabın adı Yoksulluğu Azaltma ve Büyüme Hesabı (Poverty Reduction and Growth Facility) olarak değiştirilmiştir. Bu hesap da aynı şekilde yararlanma koşulları, program özellikleri ve amaçları bağlamında Yapısal Uyum Kolaylığı na benzemektedir. Ancak, özellikle en az gelişmiş ülkelerde yoksulluğun azaltılması ve sürdürülebilir bir kalkınma için gerekli koşulların hazırlanması temel hedefleri oluşturmaktadır.

Normal Çekme Hakları (IMF)

IMF ye üye ülkeler, finansman ihtiyaçlarının niteliklerine göre IMF den farklı hesaplar veya kaynaklar çerçevesinde kredi sağlayabilirler. Bu maksatla kredi tranşlarını ve destekleme anlaşmalarını inceleyelim.



Kredi Tranşlarından Borçlanma ve Destekleme (Stand By) Anlaşmaları

Fon un belli başlı kredi kaynağını kredi tranşlarından yapılacak borçlanmalar oluşturmaktadır. Buna Genel Kaynak Hesabı da denilmektedir. Bu kaynak bağlamında kredi hakları dört tranş a ayrılmıştır. Her tranş, üye ülke kotasının yüzde 25 ine eşit olmaktadır. Kredi sağlanması ülkenin ulusal parası karşılığında, istenen bir yabancı paranın “satın alınması” şeklinde olmaktadır.



Birinci kredi tranşı çerçevesinde yapılacak kaynak kullanımlarında ülkenin dış ödeme güçlüklerini gidermek üzere, gerekli çabayı göstereceğini belirtmesi yeterlidir, performans kriteri (şartlılık ilkesi) aranmamaktadır. Daha sonraki borçlanmalar (satın alımlar) ise (yani ikinci, üçüncü ve dördüncü kredi tranşları) “yüksek kredi tranşı” kredileri diye adlandırılmaktadır. Yüksek kredi tranşlarından yapılan borçlanmalarda koşullar ağırlaşmaktadır. Bu krediler normal olarak “destekleme düzenlemeleri” (stand by arrangements) şeklinde verilmekte ve performans kriterine tabidir.



Destekleme düzenlemeleri ödemeler bilançosu açıklarını gidermeye yönelik, süresi bir ile iki yıl arasında değişen makro ekonomik politikalar uygulamalarını kapsamaktadır. Sözü edilen makro politikalar para, maliye ve kambiyo politikalarıyla ilgili olabilmektedir. Yüksek kredi tranşlarından borçlanma için ülkenin sıkı bir istikrar programı hazırlayıp uygulamaya koyması gereklidir.



Destekleme düzenlemeleri çerçevesinde yüksek kredi tranşlarından yapılan borçlanmalarda kaynaklar bölümler halinde sağlanmaktadır. Performans kriteri, borç alan üye ülkenin belirli bütçe ve kredi tavanlarına uyması, uygun kambiyo ve faiz politikaları uygulaması, cari işlemler ve sermaye transferleri üzerindeki kısıtlamaları kaldırması gibi belirli önlemler alması zorunluluğu içermektedir. Özetle, bu kıstasa göre kredinin daha sonraki kredi dilimlerinin kullandırılması için mevcut uygulamaların başarılı bulunması gerekmektedir.



Kredi tranşlarından yapılan borçlanmalardaki geri ödeme (ulusal paranın geri alınması) süresi 3,25 yıldan 5 yıla kadar değişmektedir. 1974 den beri IMF nin tüm kredi işlemleri dolar cinsinden değil, SDR ile yürütülmektedir.



Hatırlatılması gerekir ki, kredi tranşlarından yapılan borçlanmalar rezerv tranşından ayrı olmaktadır. Rezerv tranşı, bunlara ek bir kaynak niteliği taşımakta ve kullanılmasında herhangi bir kayıt ve koşul bulunmamaktadır. Onun için rezerv tranşı ülkenin resmi dış rezervlerinin bir bölümü sayılmaktadır.



Uzatılmış Fon Kolaylığı

Uzatılmış fon kolaylığı (Enhanced Fund Facility) süresi 3 (istisnai durumlarda 4) yıla kadar olan orta vadeli programlara finansman sağlamaktadır. Amacı, yapısal ve makro ekonomik sorunlardan kaynaklanan dış ödeme güçlüklerinin giderilmesine katkıda bulunmaktır. İlk programda 3 yıllık dönemin genel amaç ve politikaları belirtilir, daha sonraki uygulamalar her yıl yapılacak görüşmelerde kararlaştırılır. Bu hesabın kullanılmasında da performans kriteri geçerlidir, geri ödeme süresi 4,25 ile 10 yıl arasındadır.



Genişletilmiş Finansman Hesabı

Genişletilmiş finansman hesabı (Enlarged Access Policy) adı verilen bu hesap, Destekleme ve Uzatılmış Fon Kolaylığı ndan finanse edilen ve Fon un büyük desteğini gerektiren programlara ek kaynak sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu olanaktan yararlanmak için üye ülkenin büyük dış ödeme açıkları ile karşılaşması ve denkleşmeye yönelik ciddi çabalar içerisinde olması gereklidir.



Uluslararası Para Fonu (IMF)

International Monetary Fund


Uluslararası Para Fonu (IMF) Dünya Bankası ile birlikte, 1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferanslarında kurulmuş ve 1946’da faaliyete geçmiştir. Başlıca amaçları, uluslararası para sisteminin düzenli biçimde işlemesini sağlamak, üye ülkelerin dış ödeme güçlüklerinin çözümüne yardımcı olmak ve uluslararası mali kriz yönetimi şeklinde özetlenebilir.



IMF, sabit kurlu Bretton Woods Sistemi’nin yürütülmesinden sorumlu bir kurum olarak ortaya çıkmıştı. Fakat, bu sistemin yıkılışından sonra bugün de uluslar arası parasal ve mali düzeni sağlamakla ilgili görevlerini sürdürmektedir.



IMF ye üye ülkeler, aynı zamanda Dünya Bankası’na da üyedirler. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Yugoslavya’nın parçalanması, Çek ve Slovak Cumhuriyetlerinin ayrı devletler olmaları ve baştan beri Fon’un dışında kalan İsviçre’nin üyeliğe katılmasıyla 1990 ların ilk yarısında IMF nin üye sayısında önemli artışlar olmuştur. Bugün üyelerinin sayısı 180 nin üzerindedir. Bu ülkelerin dünya ticaretindeki payları yüzde 90 nın üzerinde bulunmaktadır.



IMF nin Görevleri


Uluslararası para ve mali sistemin işleyişinden sorumlu bir kuruluş olan IMF’nin görevleri zaman içinde artış göstermiştir. Bugün bu görevleri aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz.



-Ekonomik istikrarsızlık içinde olan ülkelere dış ödeme açıkları için kısa vadeli kredi sağlamak



-Uluslararası mali sisteme zarar vermesini önlemek üzere üye ülkelerin kur politikalarını gözetlemek ve denetlemek



-Mali kriz içine giren ve dolayısıyla ulusal parası yoğun spekülasyona uğrayan ülkelere krizin atlatılması için mali kaynak sağlamak



-Üye ülkelerin uluslararası ticari bankalara ve resmi kuruluşlara olan ve ödenemeyen borçlarının ortaya çıkması durumunda, sorunun çözümü için aracılık yapmak, yeni ödeme planları ve borç erteleme anlaşmaları hazırlamak



-Dünya Bankası ile işbirliği içinde üye ülkelerdeki makro ekonomik ve yapısal uyum politikalarına finansal destek sağlamak



-Üye ülkelerde dış ticaret ve kambiyo rejimlerinin liberasyonunu özendirici çalışmalarda bulunmak, bu konularda üyelere teknik yardım ve eğitim hizmetleri sunmak



Uluslararası para sisteminin işleyişi ve dış ödemeler dengesi ile ilgili olanlar IMF nin geleneksel fonksiyonlarıdır. Diğerleri ise zaman içerisinde ekonomik ve mali ihtiyaçların gelişmesi sonucunda ortaya çıkmış görevlerdir.



IMF Kotaları


IMF üyesi her ülkeye ilk girişte bir kota belirlenir. Üyelerin Fon ile yapacakları mali işlemler ve Fon un yönetimine katılmadaki ağırlıkları onların kotalarına bağlı olmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, kotalar ülkelerin üyelik katkıları, oy verme hakkı, çekebilecekleri kaynak miktarı ve Özel Çekme Hakları nın (SDR) dağıtımı gibi yönlerden önem taşımaktadır.



Üyelik Katkısı:

Kotalar, her üyenin Fon a yapacağı mali katkılarının sınırını göstermektedir. Üye ülkeler, üye olarak kabul edildiklerinde, kotalarının yüzde 25 i kadar uluslararası rezerv paralarla (SDR veya onun bileşiminde yer alan sağlam paralar), yüzde 75 i kadar da kendi ulusal paraları ile IMF ye ödemede bulunurlar. Sonraları yapılacak kota artışları durumlarında da, üye ülkeler artan kısımlar için yine aynı oranda ulusal para ve rezerv paralar cinsinden Fon a katkı sağlarlar.



Üye ülke kotalarının uluslararası rezerv paralarla ödenen yüzde 25 lik bölümüne “rezerv tranşı” (rezerv dilimi) adı verilmektedir. Fon un faaliyete geçtiği ilk yıllarda bu miktar, altınla ödendiği için önceleri buna “altın tranşı” (gold tranche) denilmekteydi. 1970 lerden sonra altınla ödeme zorunluluğu kaldırıldı ve bunun yerine sağlam paralarla (rezerv paralar) ödeme ilkesi benimsenmiştir.



Üye ülkelerin Fon a farklı paralar cinsinden yaptıkları bu katkılar nedeniyle Fon, her an çeşitli ulusal paralardan ve SDR den oluşan havuz görünümündedir. Ayrıca 1970 lerden önce kotaların yüzde 25 i altınla ödendiği için kaynakları arasında bir miktar da altın stoku bulunmaktadır. Aslında bu kuruluşa “para fonu” adı verilmesi, onun bütçesinde toplanmış olan çeşitli ulusal paralar (altın ve SDR dahil) nedeniyledir. Bugün itibariyle ülkelerin kotaları SDR ile ölçülmektedir.



Oy Verme Ağırlığı

Her üyenin Fon daki oy hakkının ağırlığı, onun kotasına bağlı olmaktadır. Oy verme ağırlığı iki yönden önem taşımaktadır. Birincisi, Fon un temel politika ve uygulamalarına ilişkin kararların belirli bir oy çoğunluğunu gerektirmesidir.



Örneğin; kotaların arttırılması, yeni SDR yaratılması veya Fon un altın satışı gibi olaylar Guvernörler Kurulu nun yüzde 85 lik bir çoğunluk kararı ile gerçekleştirilebilir. Fon kredilerinin gider ve faizlerinin belirlenmesi için de asgari yüzde 70 çoğunluğa ihtiyaç vardır.



İkinci olarak, üyelerin oy verme ağırlığı, onların Fon un Yönetim Kurulu ndaki temsilini de etkilemektedir. En yüksek kotaya sahip ülkelerle, son iki yıl içinde en büyük net kredi veren durumundaki iki ülke, Yönetim Kurulu ndaki temsilcilerini kendileri atamaktadırlar. Diğer temsilciler ise üyeler tarafından seçimle gelmektedir. Üyelerin oy ağırlığı onların kotalarına bağlı olduğu için, kotalar bu komitelerin bileşimini de etkilemiş olmaktadır.



Fon dan Sağlanacak Kredi Miktarı

Kotalar üye ülkelerin Fon dan çekebilecekleri mali kaynakların sınırını belirler. Diğer bir deyişle, Fon dan sağlanabilecek kredi miktarı kotalarla orantılı olmaktadır.



Yeni Yaratılan SDR lerin Dağıtımı

SDR, mevcut rezervlere ek olarak uluslararası likidite ihtiyaçlarını karşılamak üzere 1970 de Fon tarafından yaratılmış bir kaynaktır. Yeni çıkartılan SDR ler üyeler arasında o anda Fon daki kotaları oranında paylaştırılır.



Fon yasasına göre kotalar ilke olarak, üye ülkenin milli gelir, dış ticaret ve sermaye işlemlerinin hacmi gibi ekonomik ve mali göstergelere göre belirlenmektedir. Mevcut kotalar beş yılda bir gözden geçirilir ve dünya ekonomisinin likidite ihtiyacına göre gerek görülürse arttırılabilir. Bunun için Fon un Yönetim Kurulu (Board of Governors) tarafından yüzde 85 oy ağırlığı ile karar almak gereklidir.



Nitekim, 1998 yılındaki kotaların 11. Kez genel gözden geçirilmesi esnasında Yönetim Kurulu, mevcut kotaların 212 milyar SDR lik düzeyden 246 milyar SDR düzeyine çıkartılması kararını almıştır. 22 Ocak 1999 tarihinde ise bu artış için gerekli katılım koşulunun sağlanması ile kota artışı uygulamaya girmiştir.



Bahsedilen artıştan sonra IMF kotalarının ülkelere göre dağılışı aşağıdaki tabloda görülebilmektedir.



Tabloda görüldüğü üzere, en yüksek kotaya sahip 5 ülkenin payları şu şekildedir. ABD 17.7, Japonya 6.33, Almanya 6.19, İngiltere 5.1, Fransa 5.1. Türkiye’nin kotası 964 milyon SDR olarak, toplam kotalara oranı yalnızca 0.5 dir.



1944 deki ilk kota tahsisi sırasında, ABD nin payı yüzde 31 gibi daha yüksek bir düzeydeydi. Ancak, günümüzde ABD yanına Yediler Grubu diye bilinen büyük sanayileşmiş ülkeleri ve birkaç başka ülkeyi alarak IMF den istediği kararı çıkartabilecek çoğunluk sağlama imkanına sahip olmaktadır.



IMF ye (ve Dünya Bankasına) karşı eleştiri yöneltenler, bu kuruluşların sanayileşmiş ülkelerin (özellikle ABD nin) denetimi altında bulunduğunu belirtirken, bu özellikleri nedeniyle onlara hizmet ettiklerini savunurlar.



Yönetim Biçimi



IMF nin ve onun ikiz kardeşi kabul edilen Dünya Bankası nın merkezleri Washington DC dedir. Uluslararası Para Fonu nun en üst karar organı Yönetim Kurulu dur. (Board of Governors). Bu kurul üye ülkelerin maliye bakanları veya merkez bankaları başkanlarından oluşmaktadır. Toplantılarını yılda en az bir kez Dünya Bankası ile birlikte yapmaktadırlar.



Yürütme Kurulu (Executive Board) Fon un sürekli karar organıdır. Günlük işleri yürütmekle görevlidir. Üye ülkelerce seçilen veya atanan direktörlerden oluşmaktadır.



Fon a belirli konulardaki çalışmalarında yardımcı olmak üzere kurulan çeşitli komiteler vardır. Bunlardan birisi Ara Karar Komitesi dir. (Interim Committee) Normal olarak yılda iki kez toplanır, uluslararası para sisteminin yönetimi ve uygulamanın gözetimi ile ilgilenir. Ayrıca, para sisteminin işleyişindeki aksaklıkları önlemek, gerektiğinde kotaları arttırmak, Fon sözleşmesinde değişiklik yapmak gibi konularda raporlar hazırlamakta, Yürütme Kurulu na sunmaktadır.



Diğer bir komite de Kalkınma Komitesi dir. (Development Committee) Genellikle Ara Karar Komitesi ile birlikte toplanır, az gelişmiş ülkelere mali kaynakların aktarılmasıyla ilgili konularda çalışmalar yapar ve önerilerde bulunur.



Son olarak belirtebileceğimiz bir kuruluş ise 77 ler Grubu nun 1972 yılındaki Lima toplantısı sırasında kurulan 24 ler Komitesi dir. Fon a resmen bağlı değildir, fakat onunla işbirliği içinde çalışmaktadır. Uluslararası para sisteminin reformuna ilişkin çalışmalarda az gelişmiş ülkelerin görüşlerini savunmakla görevlidir.



IMF Kredileri



IMF nin başlıca işlevlerinden birisi, üye ülkelere geçici dış ödeme açıklarının giderilmesi amacıyla kredi sağlamaktır. IMF Kredileri genelde kısa süreli olmaktadır. Ancak bazı koşullar altında, dış ödeme açıklarının denkleştirilmesi ekonomide yapısal bir değişimi gerektirmektedir. Daha açık bir ifade ile, dış ödemeler dengesini sağlamaya veya genel olarak büyümeye yönelik makro ekonomik politikaların uygulandığı durumlarda, kısa süreli krediler amaca uygun düşmezler. Bu bakımdan son zamanlarda kısa vadeli kredilerin yanında, Fon un bünyesinde orta vadeli kredi sağlayan yeni kaynaklar da yaratılmıştır.



Üye ülkeler Fon kredilerinden çeşitli hesaplar içinde ve farklı koşullar altında yararlanabilmektedirler. Kullanılabilecek toplam kredi miktarları ise, yukarıda belirtildiği gibi Fon daki kotalarına bağlı olmaktadır. Bu farklı kredi kaynaklarını ve düzenlemeleri görmeden önce, Fon un borç verme yöntemi hakkında bilgi verelim.



Fon un Kredi Mekanizması



IMF nin kredi mekanizması geleneksel borç verme işlemlerinden farklıdır. Bir ülkenin Fon dan borçlanması, o ülkenin kendi ulusal parasının, Fon dan sağlanan diğer bir ülke parasıyla “değiştirilmesi” (ya da kendi ulusal parası karşılığında yabancı ülke parasının “satın alınması”) şeklinde olmaktadır. Borçlanmak isteyen ülkeler Fon dan istedikleri ve Fon un kabul ettiği bir yabancı para veya SDR satın alabilmektedirler.



Fon dan borçlanmak, üye ülke ile IMF nin bir anlaşmaya varmasının gerektirmektedir. Bu anlaşmada üye ülke, belirlenen süreler içinde Fon a yatırdığı ulusal parasını “geri alma”(krediyi ödeme) taahhüt eder. Geri ödeme süresi genellikle 3-5 yıl olmaktadır. Ancak bazı hesaplarda bu süre daha uzun olabilmektedir. Ülke, ulusal parasını geri alırken Fon un o anda kabul edeceği sağlam dövizler (genellikle SDR nin kapsamına giren paralar) veya SDR ile ödeme yapmaktadır. Böylece, kredi işlemleri dolayısıyla Fon un emri altında üye ülke paralarından oluşan portfolyo, sürekli olarak değişme göstermektedir.



Eğer bir ülkenin Fon daki ulusal parası, onun kotasının yüzde 75 inin altına düşmüşse, bunlar krediler geri ödenirken Fon un kabul edeceği paralar arasında yer almaktadır. Örneğin, bir A ülkesi aldığı kredilerin geri ödemelerini tamamlamadan bir başka B ülkesi, A nın parası cinsinden ödünç almış ve A nın ulusal parası kotasının yüzde 75 inin altına düşmüş kabul edelim. Böyle bir durumda A ülkesinin borcunu geri ödemesine derhal son verilir. Ayrıca, bir ülkenin Fon daki ulusal para stokunun onun kotasının yüzde 75 inin altına düştüğü durumlarda, söz konusu ülke geri ödemeye gerek kalmadan aradaki fark kadar Fon dan borç alabilmektedir. Buna “süper rezerv (altın) tranşı” denilmektedir.



Kredi kullanan üye ülkeler, Fon da biriken ulusal para stokları üzerinden belirli oranlarda faiz ödemektedirler. Tersine, rezerv tranşlarında tutulan kaynaklara ise Fon tarafından bir faiz verilmektedir. Bir ülkenin Fon daki ulusal para stokundan, kullandığı kredi miktarı çıkartıldığında kalan kısım onun kotasından daha az ise bu, o üyenin Fon da rezerv tranşına sahip bulunduğu anlamına gelmektedir.



IMF nin kredi politikası temel olarak “şartlılık” (conditionally) ilkesine dayanmaktadır. Buna göre, Fon dan kredi almak isteyen ülke, dış ödemeler dengesini sağlamaya yönelik bir istikrar programı hazırlayarak Fon a sunmak ve onunla anlaşmaya varmak zorundadır. Ülkenin uygulayacağı ekonomik ve mali politikaları gösteren ve Fon a sunulan bu programa “niyet mektubu” (letter of intention) adı verilmektedir.



Krediler konusunda Fon un belirlediği bazı kriterler mevcuttur. Bunlar üye ülkede özellikle toplam talebi azaltmaya ve böylece ekonomik ve mali istikrarı sağlamaya yönelik politikalar uygulamaya taahhüt vermekten oluşmaktadır. Örneğin; IMF nin üzerinde durduğu önlemler arasında kamu harcamalarının kısılması ve bu kapsamda özellikle kamu personel giderlerindeki artışın sınırlandırılması, vergilerin arttırılması, vergi sistemi ve mali sektör reformu, ulusal paranın değerini düşürme, serbest fiyat politikaları, dış ticaret serbestleştirilmesi vs. gibi koşullar vardır. Ayrıca IMF kredileri, destekleme kredisi şeklinde verilmektedir ve yeni dilimlerin serbest bırakılması ülkenin göstereceği performansa bağlı olmaktadır.



Üye ülkenin hazırladığı ekonomik önlemler paketinin Fon tarafından onaylanması, hem bu kuruluş, hem de öteki uluslararası kuruluşlarla özel ticari bankalardan yapılacak borçlanmalar açısından büyük önem taşımaktadır. Resmi veya özel uluslararası finans çevrelerinin ilgili ülkeye kredi açmaları, genellikle IMF nin oluruna bağlı olabilmektedir. Ancak kredi alabilmek için IMF nin öne sürdüğü bu koşulların üye ülkelerin ulusal egemenlik haklarına bir anlamda müdahale niteliği taşıması nedeniyle, bu durum ilgili ülkelerde ciddi tartışmalara neden olabilmektedir.



Rezerv tranşı ile, (eğer varsa) süper rezerv tranşı toplamından, alınan borçların çıkartılması neticesinde ülkenin net “IMF rezerv pozisyonu” elde edilir. Başka bir deyişle, net rezerv pozisyonu ülke kotasından Fon un elinde bulunan o ülke para stokunun çıkartılmasına eşittir. Net rezerv pozisyonu döviz, altın ve SDR yanında ülkenin dış rezervlerinin bir parçasını oluşturmaktadır.



Belirtilmesi gerekir ki, IMF den yapılan borçlanmalar toplam uluslararası rezervlerde (uluslarası likidite) sürekli bir artış doğurmaz. Çünkü kredi geri ödendiğinde uluslararası rezervlerin toplamı yine eski düzeyine inmektedir.



Yazımızın üst kısmında belirttiğimiz şekilde, Fon dan yapılacak borçlanmaların bir sınırı mevcuttur. Borçlanmak isteyen ülke, Fon dan onun onaylayacağı yabancı paraları alır ve karşılığında kendi parasından eşdeğer miktarı yatırır. Ancak Fon un emrinde bulunan bir ülkeye ait toplam ulusal para miktarının ilgili ülke kotasının yüzde 200 ünü geçemeyeceği şeklinde bir kayıt bulunmaktaydı. 1994 yılında bu toplam miktar kota sınırının yüzde 300 e yükseltilmiştir. Ülke, Fon daki ulusal parasının yüzde 75 inin üyelik aidatı olarak yatırmış olduğu için, böyle bir kayıt, normal Fon kaynaklarından borçlanma sınırının en fazla üye ülke kotasının yüzde 225 i kadar olması anlamına gelmektedir. Ayrıca kredi tranşlarından kullanılacak yıllık kredi miktarının da kotanın yüzde 68 ini (1994 ten sonra yüzde 100 ünü) aşmaması gerekir. Söz konusu sınırlama Fon üzerindeki normal çekme hakları veya Genel Kaynaklar Hesabı (General Resources Account) için geçerli olmaktadır.











24 Ağustos 2011 Çarşamba

1973 Sonrası Türkiye'deki Kur Politikaları

Uluslararası parasal ilişkilerin geçmişini ve bugünkü durumunu irdelediğimiz yazılardan sonra, bu yazımızda Türkiye’deki uygulamalara bir göz atabiliriz.



Türkiye, Bretton Woods toplantılarına katılmış ve bu sistemi onaylamış bir ülkedir. Bununla birlikte, 1930 lardan beri uygulanan yoğun kambiyo denetimi, bu sistemin çoğu yönlerini Türkiye açısından uygulanamaz kılmıştır.



Örneğin; ülkemizde yasal bir döviz piyasası yoktu, ulusal para konvertibil değildi ve parite kurları Merkez Bankası’nın piyasa müdahaleleri ile değil, yasa ve yönetmelik zoru ile sürdürülmeye çalışılıyordu.



Bretton Woods un yıkılışı sonrası, TL devalüe edilerek yeniden dolara bağlanmıştır. Fakat, bu eskisinden daha esnek bir uygulama ortaya çıkarmıştır. Çünkü, her üç veya dört ayda bir TL nin dolar kurunda ayarlama yapılıyordu. Bu “mini devalüasyonlar” modeli adı verilen uygulama 1974 ten 1981 yılına kadar sürdürülmüştür.



24 Ocak 1980 Kararları ile Türkiye’de liberal bir dış ticaret rejimine geçilmiştir. Böyle bir uygulama, kambiyo rejiminde de serbestleştirmeyi getirmekteydi. Böylece 1 Mayıs 1981’de yeni bir uygulama başlatılmıştır. Bu uygulamayla, Merkez Bankası dolar ile birlikte, alım satım konusu olan tüm dövizlerin fiyatlarını her gün yeniden belirleyip yayınlamaktaydı. Bu “günlük kur ayarlamaları”nın amacı TL nin gerçek değerini bulmasına yardımcı olmaktı.



Kambiyo rejiminin liberalleştirilmesi yolundaki asıl önemli adımlardan birisi Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu hakkında 1984 tarih ve 30 sayılı Kararla atılmıştır. Bu Karar ile birlikte, örneğin, Türkiye’de “yerleşik” kişilerin yanlarında döviz bulundurmaları, aralarında her türlü dövizi alıp satmaları, bankalarda döviz cinsinden hesap açtırmaları (döviz tevdiat hesabı) serbest bırakılıyordu. Bu doğrultuda yeni bir gelişme ise 1987 yılından itibaren banka dışında bazı kuruluşlara (yetkili döviz müesseseleri, döviz büroları) döviz alım satım işlemi yetkisinin tanınmasıdır.



Sözü edilen gelişmeler sonrası, Türk Hükümeti 22 Mart 1990 tarihinde IMF ye başvurarak bu kuruluşun sözleşmesindeki Madde VIII statüsüne geçtiğini bildirmiştir. Bunun anlamı TL nin konvertibil bir para olarak tescil edilmesidir.



1989 yılının başlarında Merkez Bankası’nın bünyesinde bir döviz karşılığı altın piyasası kurulmuştu. Bunun için Merkez Bankası ihtiyaç duyulan altını konsinye olarak ithal edip ilgililere satmaktaydı. Bununla kaçak ithal edilen altının resmi kanallara yöneltilmesi planlanıyordu. Bunu 1995 te altın borsasının resmi olarak kurulması izlemiştir. Böylece altının ithal ve ihracı serbestleştirilerek Merkez Bankası tekeli ortadan kaldırılmıştır.



Türk Lirası konvertibil bir para olarak IMF ye tescil ettirildikten sonra uygulanan kur politikaları temel olarak dalgalı kur sistemine dayanmaktaydı. Artık kurlar piyasalardaki arz ve talebe bağlı olarak serbestçe değişebiliyordu. Ancak Merkez Bankası zaman zaman piyasaya müdahale ederek kurlardaki aşırı ve spekülatif değişmeleri önlemeye çalışmaktaydı. Bu nedenle gerçekte uygulanan sistem bir yönetimli dalgalanma olarak ifade edilmektedir.



Diğer yandan, özellikle 1990 ların başında Merkez Bankası nın yaptığı aşırı müdahaleler neticesinde döviz kurları denge değerlerinin altında tutulmuştu. Diğer bir ifadeyle, ulusal para aşırı değerlenmiş duruma gelmişti. Düşük kur ve yüksek faiz politikası ile Hükümet, 4 Nisan 1994 Ekonomik İstikrar Önlemleri paketini uygulamak zorunda kalmıştır. Bu önlemeler temel olarak toplam harcamaların kısılmasına ve TL nin devalüe edilmesine dayanmaktaydı.



4 Nisan Kararlarına rağmen özellikle kamu finansman açıklarını giderme ve enflasyonu düşürme konularında ciddi bir sonuç alınamamıştır. Hükümet, bütçe açıklarını finanse etmek için giderek artan ölçüde hazine bonosu ihraç ederek, iç borçlanma yoluna gitmiştir. Artan iç borçlanma ancak yüksek faizle sürdürülebilir olmakta ve bu da bütçe üzerindeki yükü daha fazla arttırmaktaydı. İzlenen yüksek faiz politikası aynı zamanda ülkeye yabancı sermaye girişlerini de teşvik edici bir etki ortaya çıkarmaktaydı.



199 yılının sonlarında Hükümet yüksek enflasyonu kontrol altına almak için IMF ile yeni bir destekleme (stand-by) anlaşması imzalamıştır. Kur politikası açısından bu anlaşma bir tür para kurulu (currency board) düzenlemesine dayanmaktaydı, ayrıca sabit kur (exchange anchor) uygulamasını esas almaktaydı. Şöyle ifade etmek gerekirse, Merkez Bankası nın para arzını arttırmak üzere para basma olanakları büyük ölçüde sınırlandırılmıştı. Ayrıca TL nin 1.00 dolar ve 0.77 Euro dan oluşan bir para sepeti karşısında yıllık değer kaybının en fazla yüzde 20 olması tasarlanmıştı. Bu oran da hedef alınan yıllık enflasyon oranına eşitti. Bunun üzerindeki değer kayıplarını önlemek için Merkez Bankası’nın piyasaya müdahalelerde bulunması gerekiyordu.



Benimsenen kur politikası 2000 yılında IMF ile anlaşmaya varılan enflasyonu denetim altına alma programının en kırılgan noktasını oluşturmuştur. Yüksek enflasyon, ilgili çevrelerde Hükümetin öngörülen kur düzeyini sürdürebileceği konusunda şüpheler doğurmuştu. Bu durum da karşı spekülasyonu tetiklemiş ve yabancı yatırımcıların Türkiye’deki yatırımlarını likidite edip fonları ana ülkelerine transfer etme eğilimlerini hızlandırmıştı. Sonuç olarak Kasım 200 Krizi olarak bilinen kriz sırasında Merkez Bankası önemli rezerv kayıplarına uğramıştır. Bu arada bankalar olası bir devalüasyon karşısında açık pozisyonlarını kapatmak için piyasadan döviz satın almak üzere yoğun biçimde TL talep etmeye başlamışlardır. Bu da faizlerin önemli ölçüde yükselmesine neden olmaktaydı. Neticesinde, IMF den yeni krediler sağlanmış ve mevcut programın uygulanması bir süre daha sürdürülmeye çalışılmıştır.



Bunun yanında, dövize karşı spekülatif akımların durmaması ve ülkeden fon çıkışının karşı konulamaz boyutlara ulaşması karşısında Şubat 2001 de beklenen kriz patlak vermiştir. Önceki sabit kur uygulaması terkedilerek TL serbest dalgalanmaya bırakılmıştır. Fakat bu yeni uygulama, müdahalesiz dalgalanma olarak ifade edilebilecek tarzda Merkez Bankası müdahalesinin oldukça düşük tutulduğu bir dalgalanma sistemi idi. Daha sonra Hükümet içinde de revizyon yapılarak Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı diye adlandırılan yeni bir niyet mektubu hazırlanmış ve IMF ile ayrı bir destek anlaşması yapılmıştır. Uzun süre devam eden bu kur politikası serbest dalgalanan kur sistemine dayanmaktaydı. Kurlar esas olarak piyasanın işleyişine bırakılmış olup, Merkez Bankası ancak nadiren müdahalelerde bulunmaktaydı.



Uygulanan bu politikalar neticesinde ise para, döviz ve öteki mali piyasalarda istikrar yavaş yavaş sağlanmaya başlanmış ve buna paralel olarak önceki dönemlerde mutlak biçimde daralan Türk Ekonomisi pozitif büyüme sürecine girmiştir. Halen devam eden sürecin gelişim sürecini bu yazımızda ayrıntıları ile açıklamaya çalıştık. Umarım bilgilenmek isteyenlere güzel bir kaynak oluşturmuş olduk.

Günümüzdeki Uluslararası Para Sistemleri

IMF Sınıflandırması






1973 yılında belli başlı sanayileşmiş ülkeler paralarını Amerikan Doları karşısında dalgalanmaya bırakmışlardır. Böylece sabit kurlu Bretton Woods Sistemi yıkılmıştır.



Bu duruma bağlı olarak serbest dalgalanmaya geçmek, başlıca sanayileşmiş ülkeler için hemen hemen tek seçenek durumunda idi. Çünkü, uygulayabilecekleri, önceden hazırlanmış, anlaşmalara dayalı bir para sistemi mevcut değildi. Ancak yine de dalgalı kur uygulamalarının kısa süreli olacağı düşünülüyordu. Fakat geçen zaman, ülkelerin bu uygulamalardan fazla şikayetçi olmadığını göstermiştir. Bu nedenle de yeni bir sistem oluşturulması yönündeki arzu zamanla güncelliğini yitirmiştir.



Özetle, bugün dünyada bütün ülkeler tarafından paylaşılan, anlaşmalarla kurulmuş, aynı kur sistemine bağlı bir uluslararası para sistemi yoktur. Bunun yerine, sabit kur sisteminden dalgalı kur sistemine kadar değişen ve ülkelerin kendileri tarafından seçilebilen, farklı sistem ve uygulamalar mevcuttur.



Uluslararası Para Fonu (IMF), uluslararası mali ilişkileri düzenleme görevini sürdürmektedir. Ancak Bretton Woods sonrası üye ülkelerin farklı uygulamalarına yasallık kazandırmak için, IMF nin kuruluş yasasında bir değişiklik yapılmıştır. Bu değişiklikle birlikte, belirli ilkelere uymak kaydıyla, dileyen üyenin dilediği kur sistemini benimseyebileceği resmen kabul edilmiştir.



Günümüzde dünya ülkelerinin döviz kurlarına yönelik uygulamaları, sabit kur sisteminden dalgalı kur sistemine kadar uzanan geniş bir yelpaze oluşturmaktadır.



IMF nin bu bağlamda yaptığı sınıflandırma, ülkelerin döviz kuru rejimleri ile uyguladıkları para politikalarının birlikte gruplandırılması esasına dayanmaktadır. Böylece kur uygulamalarına daha büyük bir açıklık getirilmesi söz konusudur. Aslına bakılırsa, para politikası ile kur politikası arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Örneğin, sabit kur sistemlerinde bağımsız bir para politikası uygulama esnekliği büyük ölçüde kaybolmakta, serbest dalgalı kur sistemine geçildikçe ise bu konuda bağımsız hareket etme olanağı arttmaktadır.



IMF, kur rejimlerini para kurulu düzenlemeleri, tek ulusal paraya bağlı ve para sepetine bağlı geleneksel sabit kur sistemleri, sabit parite etrafında kur bantları, sürünen pariteler ve sürünen pariteler etrafındaki kur bantları şeklinde sınıflandırmaktadır. Bunların her birisinin karşısında uygulanan para politikaları gösterilir. IMF para politikalarını da döviz kurunu sabitleştirme uygulamaları, toplam para arzı hedeflemesi, enflasyon hedefi belirleme, IMF destekli para programları ve diğerleri olarak gruplandırmaktadır. Böyle bir sınıflandırma, aynı zamanda uygulanan kur rejiminin ne derece bağımsız bir para politikası izlemeye olanak vereceğini gösterme amacına da hizmet etmektedir.



Kur ve para politikalarının sınıflandırılmasında kendisine özgü yasal bir ulusal para birimine sahip olmayan ülkeler de ayrı bir grup olarak ele alınmaktadır.

23 Ağustos 2011 Salı

Uluslararası Para Sisteminde Geleceğe Yönelik Tasarılar

Günümüzde karşılaştığımız sorunlarda yapabileceğimiz çıkarımlarla uluslararası parasal alan henüz gelişimini tamamlamış bir alan olmadığını sonucuna varmamız muhtemeldir. Döviz kurlarındaki aşırı oynaklık, kurlarda sürekli dengesizlik, sıcak para fonları ve mali krizler karşılaşılan problemlerden sadece bazılarıdır. Bu sorunların varlığına istinaden günümüzde çeşitli tasarılar söz konusudur. Bunları bu yazımızda inceleyeceğiz.



Altın Standardına Dönüş Tasarısı

Günümüzde altının parasal fonksiyonu büyük ölçüde azaltılmıştır. Ancak yakın zamanlara kadar dünyada yeniden altın standardına dönülmesi ciddi ciddi tartışılan bir konuydu. 1960 larda bu görüşü savunanların temel tezi, Bretton Woods Sisteminin ABD ye sağladığı ayrıcalıkların bir haksızlık oluşturduğu gerçeğidir. Altın fiyatlarının o günkü resmi fiyatı ons başına 35 dolardan 70 dolara çıkartılarak dünya para sisteminde yeniden altına dönülmesi doğrultusunda bir öneri ortaya atmışlardır. Bu şekilde hem dünya rezerv arzı otomatik bir şekilde artacak, hem de yüksek fiyatlardan altının üretimi özendirilmiş olacaktı.



Belirtilmesi gerekir ki, o dönemde altın fiyatlarında yapılacak böyle bir artışın dünya ekonomisinde enflasyonist baskılar doğurması büyük bir olasılıktı. Sonra, dünya altın stokları ülkeler arasında eşit olmayan bir biçimde dağıtılmış durumdaydı. Altının revalüasyonu ile en çok kazanan rezervlerini altın cinsinden tutan ülkelerle altın üreticisi ülkeler olacaktı. Bazı ülkeler geleneksel olarak dış rezervlerinin önemli bir bölümünü altın olarak tutmaktadır. Altın üreten belli ülkeler ise Güney Afrika ve eski Sovyetlere bağlı ülkelerdi. Bu ülkelerin yararına olarak altın fiyatlarının yükseltilmesi, ekonomik olduğu kadar siyasal nitelik taşıyan bir karar olmaktadır.



Sözü edilen bu sakıncalar bir tarafa bırakılırsa, kağıt para basmanın maliyeti sıfıra yakın iken, altın üretiminin büyük bir reel kaynak maliyeti gerektirdiği unutulmaması gereken bir durumdur. Kısaca, kağıt para yerine altın kullanmak kıt dünya kaynaklarını israf etmek anlamına gelecekti. Triffin in söylediği, altın madenini topraktan çıkartmak için o kadar masraf yapıldıktan sonra onu tekrar merkez bankalarının kasalarına gömmek büyük bir israf örneğidir.



Tüm bunların dışında altın standardı, uluslararası para sisteminin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir sistem de değildir. Önce, bu sistemde sabit kur uygulamalarının bir özelliği olan likidite sorunu çözümlenmiş olmamaktadır. Çünkü, altın fiyatlarının bir defaya mahsus olarak arttırılması o anda uluslarası likidite ihtiyacını karşılamış olsa bile, daha sonra likidite talebinde ortaya çıkacak olan artışların yeniden üretilen altın ile sağlanabilmesi oldukça şüphelidir.



Sonra, günümüz toplumlarında altın standardındaki denkleşme mekanizmasının işlemesi için zorunlu olan “oyunun kuralları”na bağlı kalmak koşulunu hayal etmek oldukça güçtür. Bazı iktisatçılar altın fiyatlarındaki artışla birlikte dolar ve sterlin gibi paraların da rezerv fonksiyonlarını sürdürmelerinin doğru olacağını önermişlerdi. Altının yanında diğer paraların rezerv olarak kullanılması, Gresham Kanunu’nun işleyişini kaçınılmaz duruma getirecektir. Bu da sistemin istikrar bozucu spekülasyonlara karşı açık olması demektir.



Özetle, geçmişte uygulanan altına dayalı sistem günümüz koşullarında da uygulanabilmesi gerçekçi görünmemektedir. Dünya para sistemindeki eğilim sabit kur sisteminden esnek kur sistemine doğrudur. Ayrıca altın paralık niteliklerinden ayırmak gibi bir eğilimin de gelecekte süreceği öngörülmektedir.



Günümüzdeki Uygulamalar, Sorunlar, Reform Önerileri



1973 de sabit kurlu Bretton Woods Sistemi nin yıkılmasından beri kurlarda aşırı bir değişkenlik (excessive volatility of exchange rates) yaşanmaktadır.


Daha önceki yazılarımızda açıklandığı üzere, kurlarda görülen bu tür bir oynaklık, uluslararası ticareti ve mali akımları caydırıcı yönde etkide bulunan önemli bir etkendir.



Kur oynaklığı ve kur dengesizliği sorunları karşısında uluslararası para sisteminde ne ölçüde bir esnekliğe izin verileceği, ne ölçüde de politika uyumu sağlanacağı gibi sorunlar gündeme gelmiştir. Diğer bir deyişle, eskinin değişken ve sabit kur sistemlerinin iyi yönlerini toplayan tasarılar yerine şimdi, optimal kur esnekliği ile uluslararası politikaların birbiriyle uyumlaştırılması gibi konular tartışılmaya başlanmıştır.



Ayrıca, bugünkü yönetimli dalgalanma uygulamaları altında, döviz kurlarında büyük ölçüde denge değerlerinden sapmalar (disequilibria) ortaya çıkabilmekte ve bu dengesiz makro ekonomik politikalar hükümetler tarafından uzunca bir süre kullanılabilmektedir.



Örneğin, Türkiye 1990 yılında bütçe açıklarını karşılamak için yoğun biçimde iç borçlanmaya gitmiş, o arada kısa süreli yabancı fonların ülkeye girişini özendirmek için de aşırı değerlenmiş kur politikaları izlemiştir.



Aynı politikaları Asya Krizi öncesi Doğu Asya ülkelerinde de görebilmekteydik. (Dış ödeme açıkları kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ile finanse edilmeye çalışılmıştır) Söz konusu politika 1998 Krizi öncesi Rusyada da izlenmiş bir politikadır. Fakat tüm bu uygulamalar, söz konusu ülkelerde mali krizle sonuçlanmıştır. Mali krizlerin tüm sorumluluğunun uygulanan aşırı değerlenmiş kur politikalarına bağlamak gerçekçi olmasa da bunun önemli etkileri olduğu da bir gerçektir.



Günümüzdeki mali liberalleşme neticesinde “sıcak para” (hot money) adı verilen kısa süreli sermaye fonları, kolayca bir ülkeden diğerine kayabilmektedir. Faiz, kur değişikliği, siyasal ve ekonomik ortam gibi koşullara karşı çok duyarlı olan bu fonlar hacim olarak milyarlarca doları bulmaktadır.



Kısa süreli sermaye fonları girilen ve çıkılan ülkelerde önemli ekonomik ve mali istikrarsızlıklar yaratabilmektedir. Yazının üst kısmında belirtildiği gibi son dönemlerdeki mali krizlerin bir çoğunda yabancı fon giriş ve çıkışlarının etkisi olduğu görülmektedir. Dolayısıyla dünyadaki mali istikrarın sağlanması için bu konuda yeterli uluslararası önlemlerin alınmasına ve işbirliğine gidilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Alınabilecek temel önlemlerden birisi, ülkeler arasındaki para politikalarının ve faiz oranlarının birbiriyle uyumlulaştırılması olarak söylenebilir.



Avrupa Birliği gibi ekonomik birliklerde bunu sağlamak, ülkeler üstü bir kuruluşun (Avrupa Merkez Bankası) yetkisine verilmiş durumdadır. Onun dışında uluslararası alanda bu düzenlemeleri yapacak bir kuruluş mevcut değildir. Uluslararası Para Fonu (IMF) nun ve G-7 gibi grupların çalışmaları ise yeterli olmamaktadır. Bu nedenle böyle bir işbirliği ve uyum sağlanıncaya kadar ülkeler kısa süreli sermaye giriş ve çıkışlarını uygun kotalarla denetim altına alma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktadırlar.



Üstte belirtilen kur oynaklığını azaltmak ve kurlarda denge değerinden sapmaları önlemek üzere çeşitli tasarılar ortaya atılmıştır.



Bunlardan birisi, Williamson’nun geliştirdiği “hedef değişme alanı” (target zones) tasarısıdır. Buna göre, büyük sanayileşmiş ülkeler paralarının denge döviz kurlarını tahmin edecek ve bu kurların etrafında izin verilecek dalgalanma marjı üzerinde anlaşmaya varacaklardı. Williamson, izin verilen dalgalanma sınırlarını denge kurunun altında ve üstünde yüzde 10 olarak önermiştir. Bu sınırlar arasında kur, piyasadaki arz ve talep güçlerine göre belirlenir. Ancak kurun, hedef alanın dışına çıkma eğilimi göstermesi halinde döviz piyasasına resmi müdahaleler gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Tasarıda hedef alanın “yumuşak” (soft) olması düşünülmüştür. Şöyle ki, sadece hedef alanın sınırlarına ulaşıldığı veya dışına çıkıldığı durumlarda piyasa kurlarına müdahale edilmesi söz konusudur.



Hedef değişme alanına karşı olanlar ise, bu tasarının sabit ve değişken kur sistemlerinin en olumsuz yönlerini birleştirdiğini ileri sürmektedirler. Bu uygulamanın değişken kur sisteminde olduğu gibi, kurlarda büyük dalgalanma ve oynamalara yol açabileceğini belirtirler. Diğer taraftan da sabit kur sistemlerinde görüldüğü gibi, resmi müdahale gerektireceğine ve dolayısıyla para politikasının bağımsızlığını azaltacağına işaret etmektedirler.



Bu eleştiriler üzerine, Miller ve Williamson söz konusu tasarıyı geliştirmişlerdir. Yeni tasarıda, kurları hedef değişme alanı içinde tutmak üzere büyük sanayi ülkeleri arasında daha ileri derece bir politika uyumlaştırılması öngörülmektedir. Bu nedenle yeni tasarı, döviz piyasasına daha az müdahale gerektirmektedir.



Mevcut para sisteminin reformu için bir diğer grup öneri ise, sanayileşmiş ülkeler arasında yoğun politika uyum ve işbirliği sağlanmasına yöneliktir. Bunların en geliştirilmiş formlarından birisi McKinnon'a aittir. Bu tasarıya göre; ABD, Almanya ve Japonya, satınalma gücü paritesi ile ulusal paraları arasındaki kurları denge düzeyinde belirleyecekler, sonra da bu kurları istikrarlı tutmak için, para politikalarını sıkı bir biçimde uyumlaştıracaklardı. Örneğin, doların yen karşısında değer kaybı, Amerika nın para arzını kısması, Japonya nın ise para arzını genişletmesi için bir işaret sayılacaktı.



Sözü edilen konuda öne sürülen başka bir tasarı ise IMF ye bağlı Ara Komite'ye (Interim Committee) aittir. Bu tasarı üye ülkelerin IMF denetimi altında uyumlu biçimde uygulamaya koyacakları makro ekonomik politika türlerini belirlemek amacıyla, ekonomideki gelişmeleri yansıtan bir dizi objektif göstergeler oluşturulması esasına dayanmaktadır. Bu objektif göstergeler, ilgili ülkenin GSMH, enflasyon, işsizlik, dış ticaret dengesi, para arzı, kamu kesimi mali dengesi, faiz oranı ve resmi rezervler gibi değişkenlerinin ölçülmesinde kullanılırlar. Bu göstergelerdeki artış veya azalışlar, ülkenin daraltıcı ya da genişletici para ve maliye politikası uygulamaya koyması gerekliliğine işaret etmektedir.



Son uluslararası mali krizler, dikkatleri bir kez daha Uluslararası Para Fonu’na çevirmiştir. IMF ise üye ülkelere mali sistemlerini geliştirici, özellikle bankacılık sektörünü güçlendirici, ekonomik ve mali istatistiklerini geliştirici yönde düzenlemeler yapmalarını önermektedir. Bu arada kriz olasılığı yüksek ülkelere krizden önce yardımda bulunmak için IMF de bir acil önlemler hesabı oluşturulmuştur.

EURO nun Uygulamaya Girmesi

Maastricht Antlaşması, Avrupa Birliği için aşamalı olarak ekonomik ve parasal birlik kurulmasını tasarlamaktaydı. Ekonomik ve parasal birlik, AB içinde serbest mal, hizmet, emek ve sermaye dolaşımı ile birlikte tek para biriminin kabulü demek oluyordu.



Bu bahsedilen amaçlara ulaşmak üzere ortak para politikası uygulanması, ekonomik politikaların yakınlaştırılması ve maliye politikası öncelikli olmak üzere daha birçok alanda uyum sağlanması gerekliydi. Maastricht Antlaşması nda öngörülen aşamalardan geçilerek Avrupa Birliği nde tek para birimi olacak Euro, 1 Ocak 1999 tarihinde uygulamaya konmuştur. Bu tarihte parasal birliğe katılan ülkelerin para birimleri, geri dönülmez biçimde Euro ya dönüştürülmüş ve 31 Aralık 1998 tarihindeki döviz kurları esas alınmıştır.



Euro yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1999 tarihinden 1 Ocak 2002 tarihine kadar yalnız bir kaydi para olarak bankacılık ve finans işlemlerinde kullanılacak yani fiziki bir varlığa sahip bulunmayacağı tasarlanmıştır.


Fiziki olarak kullanılan bir para durumuna gelmesi 2002 yılının Ocak ayında gerçekleştirilmiştir. O tarihten sonra 6 aylık bir süre daha ulusal pararların Euro ile birlikte kullanımı sürdürülmüştür. 1 Temmuz 2002 tarihinden sonra ise ulusal paralar kaldırılmış ve Euro Avrupa Birliği ülkelerinin tek para birimi durumuna gelmiştir.



Euro ya katılmak için üye ülkelerdeki ekonomik koşulların aşağıda değineceğimiz kriterlere uygunluk göstermesi gereklidir. Euro başlangıçta 11 ülkenin katılımıyla uygulamaya girmiştir. Yunanistan Maastricht kriterlerine uyum sağlamayamadığı için önceleri ortak para birimi uygulamasının dışında kalmış, fakat 2000 yılında sisteme katılması mümkün olmuştur. Danimarka, İsveç ve İngiltere ise bu kıstasların karşılanması açısından önemli sorunları olmamasına rağmen sistemin dışında kalmayı kendileri tercih etmiştir.



Maastricht Antlaşması nda AB içinde güçlü ve istikrarlı bir Euro ya sahip olmak için üye ülkelerin yerine getirmesi istenen koşullar ilan edilmiştir. Temel olarak şu başlıklar altında sıralanabilir.



Fiyat İstikrarı

Her üye ülkenin yıllık ortalama enflasyon oranı, bu alanda en iyi sonuç elde eden üç üye ülke ortalamasının 1,5 puan fazlasını geçmeyecektir.



Kamu Açığı

Üye ülkenin bütçe açığı, o ülke GSYİH sının yüzde 3'ünü aşmamalıdır.



Kamu Borçları

Üye ülkenin kamu borçlarının onun GSYİH sına oranı yüzde 60'ı geçmemelidir.



Faiz Oranları

Her üye ülkenin ortalama faiz oranı fiyat istikrarı konusunda en iyi durumdaki üç ülkenin faiz ortalamasını 2 puandan fazla aşmamalıdır.



1 Kasim 1993 tarihinde yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile, ekonomik ve parasal birliğin aşamaları, bu süreçte izlenecek ekonomi ve para politikaları ile gerekli kurumsal düzenlemeler ayrıntılı olarak belirlenmişti. Anlaşma, üye ülkeler arasında ekonomi politikalarının sıkı bir uyuma dayalı olmasını ve tek para sistemine geçildikten sonra ortak bir para politikası izlenmesini tasarlamaktaydı. Ayrıca, tek para sistemine geçildikten sonra, üye ülkelerin parasal alandaki yetkileri Avrupa Merkez Bankası'na devredilmiştir. Bu durum, parasal alanda hükümetler arası işbirliği sürecinin, uluslararası işbirliğine dönüştüğünün göstergesidir.



Avrupa para birliğinin uygulamaya girmesi, ekonomik bütünleşmede para politikasının ve paranın uzun dönemdeki değerinin sabit kalmasının oynayacağı rolü ifade etmektedir. Birliğin para politikasının yönetimi tek ve bağımsız bir kuruluş olan Avrupa Merkez Bankası na verilmiştir. Avrupa Merkez Bankası 1998 yılında Frankfurt'ta faaliyete başlamıştır, ilk başkanlığını ise bir Hollandalı yapmıştır. Avrupa Merkez Bankasının temel hedefi Euro bölgesinde fiyat istikrarının sağlanmasıdır. Bu hedefi yerine getirirken AB nin sürdürülebilir ekonomik büyüme, yeni istihdam alanları yaratılması, yaşam standartlarının iyileştirilmesi vs. gibi konularında uyumlu olması da önemli bir beklentidir. Yani, Avrupa Merkez Bankası, birlik içinde optimal bir politika bileşimi oluşturmada önemli bir görev üstlenmiştir. Ayrıca birliğe üye ülkelerin, başta maliye politikası olmak üzere, uygulayacakları politikaların da ortak para politikası ile uyumlu olması gereklidir.



-Parasal birlik aynı zamanda Avrupa Birliği içinde tek pazarı güçlendirici ve ekonomik istikrarı artırıcı bir gelişme olarak görülebilir. Böyle bir uygulamanın meydana getireceği yararları daha somut biçimde aşağıdaki başlıklar altında açıklayabiliriz.



-Tek para birimine geçiş ile döviz kurlarında ani ve beklenmedik dalgalanmalar ortadan kalkacak, bu durum da bölgeye yönelik ticaret ve sermaye akımlarını hızlandırıcı bir etki ortaya çıkaracaktır.



-Ulusal paraları birbirine dönüştürmenin ortaya çıkardığı masraflar (alış ve satış kur farkları ve komisyonlar) artık varolmayacak, finans ve bankacılık işlemleri ucuzlayacak, bu sayede aynı para birimini kullanan birleşik ve daha güçlü sermaye piyasaları oluşacaktır.



-Euro, birlik ülkelerinde fiyatlara saydamlık getirecektir, böylece tüketiciler fiyatları doğrudan karşılaştırabilme olanağına kavuşacaklar, bu durum firmalar arası rekabeti artıracak ve verimliliği yükseltecektir.



-Tek para biriminin uygulanması bölge içinde finansmanı kolaylaştırıp yatırımları arttırırken, bölge dışından doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını özendirecek, böylece de ekonomik büyümeyi hızlandıracaktır.



-Ekonomik büyümenin hızlanması vergi gelirlerini arttırıp kamunun borçlanma ihtiyacını azaltarak kamunun faizler üzerindeki baskısını da hafifletebilir.



Bu etkilerin haricinde Euro nun oluşturulmasında AB nin dünya ekonomisine yönelik olarak beklediği daha kapsamlı sonuçlar da mevcuttur. AB de, Euro nun uluslararası ödemelerde kullanılan, değer standardı olarak görev yapan ve diğer ülkeler tarafından rezerv aracı olarak tutulan bir para olacağı beklentisi vardı. Yani, Euro baştan, uluslararası para alanında Amerikan Dolarına rakip bir para olarak planlanmıştır. Bu durum Avrupa Birliği nin uluslar arası ekonomik ve mali ilişkilerdeki artan ağırlığının bir sonucu olarak düşünülmüştür.



Şüphesiz, Euro nun üstte belirtilen görevleri ne kadar başarılı şekilde üstlenebileceği, yani dolara ne ölçüde rakip olabileceği uygulamada ne derecede sağlam bir para olarak kendisini kanıtlamasına bağlıdır.



Geçmişte Euro nun beklenen değeri konusunda iktisatçı ve politikacılar arasında farklı görüşler savunulmuştur. Bazıları, AB nin bir bütün olarak temsil ettiği ekonomik güç nedeniyle, Euro nun dolar karşısında yüksek ölçüde değer kazanacağı görüşünü savunurken, bazıları ise bu konuda daha ihtiyatlı bir görüşe sahip olmuşlardır. İkinci grup, sorunun doğrudan doğruya AB nin makroekonomik politikalarına ve parasal birlik alanındaki ortak politikalarının başarısına bağlı olduğunu ifade etmiştir. Sözü edilen iktisatçılar üye ülkeler arasında mevcut olan ekonomik farklılıkların giderilmediği sürece AB nin potansiyel ekonomik gücünden yararlanılamayacağına ve Euro da beklenen değer artışlarının gerçekleşmeyeceğini ortaya atmışlardır. Nitekim, yeni üye ülkelerin katılması ile ortak politika uygulamanın güçlüklerinin artacağı ve birliğin genişlemesinin onun gücünü yükselten bir durum olarak değil, aksine zayıflatan bir etken olacağı görüşü bu grupta hakim olmuştur. Şüphesiz bu görüşlerin haklılığı şu an içinde olduğumuz zaman diliminde yaşanacak tecrübelerle öğrenilebileceği açıktır.



Tarihe bakıldığında, 1999 başında uygulamaya girdikten kısa süre sonra Euro nun dolar karşısında önemli değer kayıplarına uğraması, karşı görüşü savunanları destekler nitelikte görülse de, zaman zaman dolara karşı değer kazanmış olması nedeniyle bu konu henüz netlik kazanmış değildir.



Euro nun üçüncü ülkeler (birlik dışı ülkeler) üzerindeki etkilerine bakacak olursak, Euro nun kullanımı AB içinde ticaret ve sermaye akımlarını arttırdığı ve büyümeti hızlandırdığı sürece, diğer ülkeler de bundan olumlu etkilenecektir. Yani, AB içinde artan gelir ve ticaret hacmi, bölge dışı ülkelerle olan ticaretin de artmasına yol açmaktadır. Diğer taraftan Avrupa para ve sermaye piyasalarının birleşerek daha derin ve daha güçlü bir piyasa durumuna gelmesi üçüncü ülkelerin de bu piyasadan borçlanma olanaklarını artırabilecektir. Ayrıca, diğer ülkelerin fon sahibi yatırımcıları da bundan yararlanmaktadır.



Birlik dışı ülkeler üzerindeki asıl etki ise Euro'nun değerindeki değişmelerle ilgili olmaktadır. Piyasalarda değeri sürekli artan bir Euro'nun diğer ülkeler üzerindeki etkisi olumlu olmaktadır. Çünkü, Euro nun değerinin sağlamlaşması, üçüncü ülkelerin paralarının değer kaybına uğraması anlamına gelecektir, bu da onların ticaret bilançosunu geliştirici bir durumu ortaya çıkaracaktır.


Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir. Euro karşısında TL nin değer kaybetmesi, Türkiye nin ihracatını özendirici, ithalatını azaltıcı bir etki doğuracaktır. Sürekli değer kaybeden bir Euro ise tam tersi bir etki ortaya çıkaracaktır. Nitekim 2000li yılların başında Türkiye’nin dış ticaret bilançosu açıklarındaki büyümenin önemli nedenlerinden birisinin Euro daki değer kayıpları olduğu herkes tarafından bilinmektedir.



Son olarak, konuya olumlu olarak bakarsak, Euro bir uluslararası rezerv para ve ödeme aracı olarak kullanıldıkça, üçüncü ülkeler ticari ve mali işlemlerini bir ölçüde Euro ya bağlamaktadırlar. Faturalarını Euro ile düzenlerler ve dış rezervlerini bir bölümünü bu para birimi ile tutarlar. Kısaca, bütün bu konularda dolar yerine bir ölçüde Euro ikame edilebilmektedir.



Maastricht Antlaşması ve Avrupada Parasal Birlik

Avrupa Topluluğu Konseyi'ni oluşturan 12 üye ülkenin devlet veya hükümet başkanları 1991 yılı sonlarında Hollanda nın Maastricht şehrinde toplanarak ekonomik ve parasal birlik konusunu karara bağlamışlardır. Avrupa Para Sistemi yazımızda (tıklayarak ulaşabilirsiniz) belirtildiği gibi, Maastricht Anlaşması ekonomik ve parasal birliğin aşamalarını, uygulanacak politikaları ve yapılacak kurumsal değişmeleri ortaya koyan temel bir belgedir.



Aslına bakılırsa, ekonomik ve parasal birlik, dönemin Komisyon Başkanı Delors tarafından oluşturulan bir Komite tarafından hazırlanan bir raporla belirlenmiş ve Delors Raporu olarak 1989 Madrid Zirvesi'nde onaylanmıştı. Delors Raporu nda ekonomik ve parasal birlik “nihai hedef” olarak benimsenmekte ve bu hedefin aşamalı olarak gerçekleştirilmesi tasarlanmaktaydı. Maastricht Antlaşması ile bu hedefler ve gerekli uygulamalar somut olarak ortaya konmuştur.



Ekonomik ve parasal birlik hedefine öngörüldüğü gibi 3 aşamadan geçilerek ulaşılmıştır. Bu aşamalar şunlardır;



Birinci Aşama: 1 Temmuz 1990 da başlamış ve 31 Aralık 1993 te son bulmuştur. Bu aşamada sermaye hareketlerinde serbesti sağlanmasına ve üye ülkelerin ekonomik ve parasal politikalarının birbirine yakınlaştırılması yolunda çalışmalar yapılmıştır.



İkinci Aşama: 1 Ocak 1994 başlayan ikinci aşama 1 Ocak 1999 da ekonomik ve parasal birliğin üçüncü ve son aşamasına geçilmesi ile son bulmuştur. Bu aşamada bir Avrupa Para Enstitüsü kurulmuş ve bu kurumun Avrupa Merkez Bankası na dönüşerek özerk bir yapıya sahip olarak Topluluk politikasını yönlendirmesi bağlamında çalışmalar yapılması amaçlanmıştır. Bu aşamanın başlamasından itibaren üye ülkelerde kamu açıklarının merkez bankalarında finanse edilmesi engellenmiş ve parasal politikalar daha yakından izlenmiştir.



Üçüncü Aşama: 15-16 Aralık 1995 te yapılan Madrid Zirvesi nde Maastricht kriterlerine uyum sağladığına karar verilen 11 ülkenin katılımı ile 1 Ocak 1999 tarihinde ekonomik ve parasal birliğin 3 üncü ve son aşamasına geçilmiştir. 1998 yılı Temmuz ayı içerisinde de bağımsız bir kuruluş olarak Avrupa Merkez Bankası oluşturulmuştur. Halen AB nin para politikası adı geçen ülkeler üstü kuruluş tarafından yürütülmektedir.



Avrupa Para Sistemi



Avrupa Tek Para Birimi EURO yolunda atılan adımlardan en önemlisi Avrupa Para Sisteminin kuruluşu olarak görülebilir. 1979 Mart ayında Avrupa Para Sistemi (EMS-European Monetary System) Topluluk ülkeleri arasında parasal birlik açısından atılmış önemli bir adımdır. EMS nin temeli “Avrupa Para Birimi-ECU” ye (European Currency Unit) dayanıyordu. ECU, para sepeti tekniğine bağlı olarak oluşturulmuş bir hesap birimiydi. Üye ülkelerin paralarının, ekonomik ağırlıklarına göre belirlenen miktarlarının bir araya getirilmesinden oluşmaktaydı.



Örneğin; ECU sepetinde alman markının yaklaşık yüzde 30, fransız frankının da yüzde 20 ağırlığı mevcuttu.


ECU, Avrupa Para Sistemi nin diğer önemli bir kuruluşu olan Avrupa Parasal İşbirliği (European Monetary Cooperation Fund – EMCF) tarafından çıkartılıyordu. Üye ülkeler sahip oldukları resmi altın ve dolar rezervlerinin ayrı ayrı yüzde 20 sini EMCF ye devrediyor ve karşılığında EMCF hesaplarında ECU alacakları elde ediyorlardı.



ECU değeri sabit bir para olarak Avrupa Birliği nin hesap birimi olmuştu. Farklı ulusal paralarla ilgili mali işlemler örneğin ülkelerarası kredi ve faiz işlemleri, üyelik aidatları, tarımsal sübvansiyonlar, topluluk bütçesi vs. ECU ile değerlendiriliyordu.



Avrupa Para Sistemi nin dayandığı Döviz Kuru Mekanizması (Exchange Rate Mechanism – ERM) nın bazı özellikleri şöyle açıklanabilir. Sisteme katılan her üye ülkenin parası sabit bir pariteden ECU ya bağlanmış, ulusal para ile ECU arasındaki bu sabit fiyata “merkezi kur” (central rate) adı verilmiştir. Piyasada kurların merkezi kur (ECU paritesi) etrafındaki dalgalanma marjı önceleri toplam yüzde 2,25 ile sınırlandırılmış, ancak 1993 de yaşanan döviz krizinden sonra bu ortan +- 15 e çıkartılmıştır.



Avrupa Para Sistemi, Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, İrlanda, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda arasında kurulmuştu. İngiltere karşılaştığı ekonomik sorunlar nedeniyle ancak 1990 da APS ye katılmış, ancak 1992 deki ekonomik kriz sırasında İtalya ile birlikte söz konusu sistemin döviz kuru mekanizmasından çekilmiştir. Topluluğa sonradan giren ülkelerden İspanya, Portekiz ve Avusturya da kur mekanizmasına katılmışlar, söz konusu dönemde Yunanistan da dışarıda kalmıştır.



Tünelsiz Yılan

Snake without Tunnel
Smithsonian Anlaşması’ndan sonra da uluslararası para piyasaları durulmamıştı. 1972’de para buhranları yeniden yoğunluk kazandı. 1973 Şubat ayında doların ikinci kez devalüasyonuna yönelik spekülatif akımların ardı arkası kesilmiyordu. Bu sebeple, 1973 Mart ayında, Avrupa döviz piyasaları iki haftalık süre boyunca kapatılmıştır.



16 Martta piyasalar yeniden açıldığında Topluluk Ülkeleri, yeni bir sistem uygulamaya koyduklarını açıklamıştır. Bu sistem, ulusal paralarını dolar karşısında ayrı ayrı ve herhangi bir sınıra bağlı olmadan dalgalanmaya bırakmalarıdır. Yani, Smithsonian Anlaşması’ndaki dolara karşı yüzde 4,5 luk dalgalanma sınırı kaldırılmış oluyordu. Bununla birlikte, sözü edilen ülkeler, kendi paraları arasında daha önceden belirlenen sabit kur (toplam +-2,25 dalgalanma sınırları içinde) uygulamasını sürdürüyorlardı. Bu uygulama ekonomi literatüründe “tünelsiz yılan” olarak ifade edilmiştir. (snake without tunnel)





Tüneldeki Yılan

Snake in the Tunnel

Parasal birleşme yolundaki önemli adımlardan birisi Smithsonian Kur Ayarlamaları ile doların devalüasyonu sırasında atılmıştır. 18 Aralık 1971 tarihli Smithsonian Kararları ile dolar öteki paralara göre ortalama yüzde 9 oranında devalüe edilmiş ve ulusal paraların dolar paritesi etrafında toplam dalgalanma marjı yüzde 4.5 e yani +- %2.25 e çıkartılmıştı. Bunun anlamı dolar dışında iki ulusal para arasındaki dalgalanma marjları toplamının yüzde 9 a ulaşması demekti.



Fakat, AET ülkeleri bu derece yüksek bir dalgalanmayı ilerdeki parasal birleşme amaçlarına uygun görmüyorlardı. Bu yüzden, 1972 yılında aldıkları bir kararla, ulusal paraları arasında olabilecek dalgalanmanın toplam sınırlarını yüzde 2,25 e indirmişlerdir. Diğer taraftan da paralarının dolara karşı olan bağlılıklarını Smithsonian Anlaşması’nın öngördüğü şekilde daha geniş dalgalanma sınırları içinde sürdürmüşlerdir. İşte bu “iki-bağlı” (two-tier) kur sistemine “tüneldeki yılan” (snake in the tunnel) adı verilmektedir.



Özetle, Avrupa para yılanı, üye ülkelerin birbirlerine göre dar sınırlarla dalgalanan ulusal paralarının Amerikan doları karşısında daha geniş aralıklarla içinde dalgalanmasından oluşmaktaydı. Daha somut olarak, iki topluluk üyesinin paraları, birbirlerine karşı en fazla toplam yüzde 2,25 oranında değişebilirken, bunlardan her biri dolar karşısında toplam yüzde 4,5 oranında değer kazanabilecek veya kaybedebilecekti. Sonuç olarak, yüzde 2,25 lik sınır “yılanı”, yüzde 4,5 luk sınır da “tünelin” genişliğini ifade etmekteydi. Yani, yılan böylece tünelin sınırları içerisinde hareket edebilecekti.



Tünelsiz Yılan


Avrupa Birliği ve Tek Para Birimi (EURO)

Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurucuları, topluluğun ekonomik ve siyasal birleşme yolundaki başarısının büyük ölçüde ortak (common policies) ekonomik, sosyal ve parasal politikalar izlenmesiyle gerçekleşeceğini düşünüyorlardı. Bu düşüncelerinde temel mantık çerçevesinde haklı bir görüştür. Her ülkenin bağımsız bir şekilde uygulayacağı ekonomik ve parasal politikalar, diğer üyeler üzerinde önemli etkiler doğurabilmekte ve bu da ekonomik birleşme yolundaki adımların ne derece parasal birleşme alanı ile ilgili olduğunu gösteren bir durumdur.



Bununla beraber, topluluk kurulduğu zaman, üye ülkeler henüz ortak bir para politikası izlemeye hazır durumda değildiler. Başka bir deyişle bütçe, para ve maliye politikası gibi alanlarda egemenlik haklarını kısmen de olsa, topluluğa devredecek bir anlayışa sahip değildiler. Bu nedenle, böyle bir yola girmek yerine parasal istikrar, dış denge, fiyat istikrarı ve tam çalışma gibi konuları, ulusal ekonomi politikalarının temel ortak amacı olarak benimsemeyi tercih etmişlerdir. Ancak zamanla görüldüğü gibi, diğer konulardaki ortak politikaların, parasal alanda da izlenmesinin Avrupa’nın bütünleşmesi için zorunlu olduğu net olarak ortaya çıkmıştır.



Avrupada parasal birliğin sağlanmasını şu aşamalara ayırarak irdeleyebiliriz.



EURO nun Tarihsel Gelişim Aşamaları