Bretton Woods Sisteminin yıkılışına kadar yaşadığı süreci kısaca inceleyelim.
Dolar Kıtlığı Dönemi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1950’lerin başına kadar olan süreçte dünyada şiddetli bir dolar kıtlığı (dollar shortage) meydana gelmiştir. Aynı dönemde, Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya, savaşta yıkılan ekonomilerini onarmak için yoğun bir çaba içinde idiler. Onarım için gerekli araç gereçlerin sağlanabileceği tek kaynak ABD idi. Bu sebeple, bu ülkelerin tüm altın rezervleri Amerika’ya akmaktaydı. Ayrıca ABD de çoğunluğu hibe yoluyla olan Marshall yardımlarıyla söz konusu ülkelerin kalkınmalarına önemli ölçüde destek olmuştur.
Ancak 1950’lerin başlarında ilerisi için çok önemli olan, fakat dikkatleri fazla çekmeyen bir olay ortaya çıkmıştır. ABD’nin ödemeler bilançosu ilk kez açık veriyordu. O dönemde sisteminin işleyişi açısından açıkların yararlı olacağı bile düşünülüyordu. Çünkü dünyada likidiye arzının arttırılması, herşeyden önce, Amerika’nın dış ödeme açıklarına bağlı olmaktaydı.
Aşırı Dolar Bolluğu
Amerika’nın dış açıkları giderek süreklilik kazanmış ve bu durum Bretton Woods sisteminin yıkılmasındaki temel etken olmuştur. 1958’e gelindiğinde dünyada artık bir dolar kıtlığı değil, aşırı ‘dolar bolluğu’ (dollar glut) sorunu ortaya çıkmıştır. Yani bu tarihlerde Amerikan doları aşırı-değerlenmiş bir para durumuna gelmiş olmaktaydı. Bu sebeple dolar devalüasyonu gerekliydi. Fakat doların sahip olduğu anahtar para statüsü nedeniyle, onun devalüasyonu engelleniyordu. ABD’nin bunu tek başına yapması da mümkün değildi.
Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya, 1960’ların kalkınmalarını gerçekleştirip önemli birer ekonomik güç halinde ortaya çıkınca, biriktirdikleri doları vakit geçmeden FED (Federal Reserve Bank) ta altına çevirmeye başlamışlardır. Amaçları, Savaş sırasındaki altın stoklarında yaşanan erimeyi geri getirmek ve doğal olarak altın rezervlerini büyütmekti. Ayrıca Fransız Devlet Başkanı aynı dönemde dolara adeta savaş ilan etmişti. Bu ülke sisteminin ABD’ye sağladığı ayrıcalıklar nedeniyle sistemi eleştirmekteydi. Altın fiyatlarının 2 veya 3 kat arttırılarak yeniden altın para standardına dönüşün gerekli olduğunu savunuyorlardı.
Uluslarası mali alanda beklenen kriz ilk kez 1960 yılında “altına hücum” ile başlamıştır. Amerika’nın giderek eriyen altın stokları karşısında spekülatörler doların er geç altına göre devalüe edileceğini tahmin ederek, altın borsasında yoğun alımlara başlamıştır. Bu aşırı talep karşısında sekiz sanayileşmiş ülke (ABD, İngiltere, Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, İsviçre) altın resmi fiyatı 35 dolar seviyesinde tutabilmek için söz konusu tarihte “Londra Altın Fonu” (Gold Pool) adı verilen fonu oluşturmuştur. Bu fonla amaçlanan altın fiyatlarının sabit tutulması ve İngiliz bankasına altın satışlarında destek olmaktır. Bu satışların büyük bir bölümünü karşılayan ABD olmuştur.
Buhran Dönemi
Bu dönemde uluslararası para piyasalarındaki buhranlar giderek yoğunluk kazanmaya başlamıştı. Örneğin, İngiliz Sterlini 1964 den beri sarsıntı geçiriyordu. Sterlin 1967 yılında devalüe edildi. 1968 başlarında spekülatörler yeniden altına hücuma başladılar. Bunun üzerine 1968’de altın fonu üyeleri, bundan böyle serbest piyasada altın fiyatlarını destekleme kararı almışlardır. Merkez bankaları arasındaki işlemlerde resmi altın fiyatı uygulaması sürdürülecekti. Böylece Altın Fonu dağılmış ve altın için ikili bir fiyat sistemi benimsenmiş olmaktaydı. Birisi serbest piyasada arz ve talebe göre oluşan fiyat, diğeri ise merkez bankaları arasındaki işlemlerde geçerli olan resmi fiyattır. İkili fiyat uygulaması, altının parasal fonksiyonunda önemli bir gerilemeye sebep olmuştur.
Bu süreçten sonra Fransız Frankı baskı altına girmiştir. Mali fonlar kitleler halinde franktan kaçırılıp, Alman markı gibi sağlam paralara yöneltiliyordu. 1969 yılında frank devalüe edilmiştir.
Doların Devalüasyonları
1960’ların sonlarında “sürekli istikrarsızlıklar” uluslararası mali alanın başlıca özelliği durumuna gelmişti. ABD ise bu şartlar altında Almanya ve Japonya gibi ödemeler bilançosu fazla veren ülkelerden paralarını dolara göre revalüe etmelerini istiyor. Fakat onlar ise buna yanaşmıyorlardı.
Bunun doğal nedenlerine saymak gerekirse, dış ödeme fazlaları bu ülkelere önemli bir ekonomik ve siyasal güç sağlıyordu. Ayrıca ihracatçı firmalar ve çiftçiler revalüasyona gitmemesi için hükümete baskı yapıyorlardı.
Sonuç olarak Amerikan Devlet Başkanı Nixon, Batılı ülkeleri ve Japonya’yı revalüasyona zorlamak amacıyla, 1971 de çeşitli önlemler almıştır. Örneğin, ithalat üzerindeki gümrük vergileri yüzde 10 oranında arttırılmış ve yerli malların satınalımında vergi indirimi sağlanmıştır.
Bu gelişmeler üzerine Washington’da Smithsonian Institute’de toplanan “Onlar Grubu”nun üyeleri, doların devalüasyonu konusunda anlaşmaya vardılar ve 1971 deki Smithsonian Kararları ile dolar, diğer paralara göre ortalama yüzde 9 oranında devalüe edildi. Altının resmi fiyatı 35 dolardan 38 dolara çıkartılmıştır. Sonuç olarak doların altın konvertibilitiesi sürekli olarak kaldırılmış olmaktaydı. Smithsonian düzenlemeleri, uluslar arası para sisteminde çok az değişiklik yapmıştır. Ulusal paralar, daha yüksek kurlardan yine dolara bağlanmış ancak dalgalanma marjları genişletilmekle, sisteme biraz esneklik kazandırılmış oluyordu.
Doların devalüasyonuna karşın, ABD’nin dış ödeme açıklarındaki artışlar sürmekteydi. Bu büyük açıklar, uluslararası ticari ve mali çevrelerde Smithsonian düzenlemelerinin başarısız olduğu ve yeni bir devalüasyonun gerekli olduğu düşüncesini ortaya çıkarmıştı. 1973 yılında dolar bir kez daha spekülatif baskı altına girmiş ve Batılı sanayileşmiş ülkeler doların yeniden devalüasyonuna karar vermişlerdir. Böylece, ikinci kez, ortalama yüzde 5 oranında dolar devalüasyonu gerçekleştirilmiştir. Altının resmi fiyatıda 38 dolardan 42,3 dolara yükseltilmiştir.
Arz Yanlı Ekonomi Politikası ve Dolar
1973 başlarında belli başlı sanayileşmiş ülkeler, Bretton Woods sisteminin temelini oluşturan, paralarını sabit kurlardan Amerikan Doları’na bağlama uygulamalarına son vermişlerdir. Sonuç olarak, bu ülkelerin paraları ile Amerikan Doları birbirlerine karşı dalgalanmaya bırakılmış olmaktaydı.
Bretton Woods Sistemi’nin kilit parası olan doların dalgalanmaya bırakılması, çok çeşitli yönlerden önem taşımaktaydı. Çünkü dolar önce, uluslararası bir değer standardı idi. Fakat dalgalanmanın olduğu bir para bu standart olma işlevini yerine getiremezdi. İkinci boyut ise, doların rezerv parası olması özelliğidir. Ülkeler resmi rezervlerinin büyük bir bölümünü Amerikan Doları cinsinden tutmaktaydı. Yeni durum, rezervleri çeşitlendirmek anlamına gelen “rezerv yönetimi” sorununu ortaya çıkarmıştır. Üçüncü boyut ise, yukarda belirtildiği üzere, Bretton Woods sisteminin yıkılmasından sonra çoğunluğu az gelişmiş ülkelerden oluşan bir grup ülke, sabit kur uygulamalarını sürdürerek paralarını yeniden Amerikan dolarına bağlamışlardır. Doların öteki paralara göre değerinin değişmesi, o ülkelerin ulusal paralarının da, aynı yabancı paralar karşısında değerlerinin değişmesi anlamına gelmekteydi. Bu nedenle bu tarz bir gelişme dış denge durumlarını olumsuz etkileyeceği ve parasının dolara bağlayan ülkeler açısından olumsuz sonuçlar doğurması kaçınılmaz olmaktaydı.
Bu bahsedilen sorunlar münasebetiyle, günümüzdeki sistemin önemli bir parçası olan “para sepetleri”ne verilen büyük önem ortaya çıkmıştır. Ülkeler SDR ve ECU gibi genel veya bölgesel para sepetleri dışında, özel olarak oluşturdukları birleşik hesap paraları oluşturma yoluna da gitmişlerdir. Bir tek para yerine, değer standardı olarak bir para sepetinin belirlenmesi, tek para değerinde görülebilecek ani ve sık değişikliklerin etkilerini azaltmaktadır.
Bu duruma bağlı olarak SDR ve ECU gibi birleşik para birimlerinin uluslar arası değer ölçüsü olarak kullanılması oldukça yaygınlaşmıştır. Avrupa para birimi Euro nunda bu amaçla kullanılması beklenilmektedir.
Dolar 1973 Mart ayında dalgalanmaya bırakılınca piyasada bir miktar değer kaybetmişti. Fakat birinci petrol şoku, doların değerini yükseltici bir etki ortaya çıkarmıştır. 1977’den sonra dolar tekrar inişe geçince, Carter Yönetimi doları desteklemek için bazı önlemler almıştır. (sıkı para ve maliyet politikaları)
Doların değerinde yükselmeye yol açan diğer bir gelişme ise 1980’de Reagan Yönetimi’nin iş başına gelmesiyle uygulanan “Arz-Yanlı Ekonomi Politikası”dır. (supply-side economics) Talepten çok arz faktörüne ağırlık veren bu politikalar Keynes ekonomisinin tersine, ekonominin canlandırılması için üretimin artırılması, bu amaçla da özel kesimin özendirilmesi esasına dayanmaktadır. Özel kesimi teşvik etmek için vergilerin indirilmesi ve kamu harcamalarının kısılması öngörülmektedir. Bu önlemlerin ortaya çıkardığı bütçe açıkları ise iç ve dış borçlanma, yani yüksek faiz politikası ile finanse edilmiştir.
1980 başlarında uygulamaya konulan bu politika ile, Avrupa ve Uzak Doğu piyasalarında kısa süreli fonların yoğun bir şekilde ABD’ye doğru aktığı görülmüştür. Ülkeye yoğun olarak giren yabancı sermaye fonları, doların değerini yapay olarak yükseltiyordu. Doların değerinin bu şekilde yükselmesine rağmen, ABD’nin bunu önlemek adına bir girişimde bulunmaması “özel çıkar sağlamaya yönelik ihmal” (benign neglect) politikası olarak adlandırılmaktadır. Bu durum 1981 den 1985 e kar sürmüştür.
Ülkelerinden sermaye kaçışına neden olduğu için, Japonya ve Almanya gibi ülkeler bu politikalardan şikayetçiydiler. ABD ise bu ülkelerin, özellikle Japonya’nın kısıtlayıcı politikaları sonucu biriktirdikleri dış ödeme fazlalarının Amerikan ticaret bilançosu açıklarına yol açtığını savunarak, bu ülkelerin daha liberal bir dış ticaret rejimi ve harcama genişletici politikalar izlemeleri gerektiğini söylemekteydi. Sonuçta, 1985 yılının Eylül ayında taraflar arasında anlaşma sağlanmıştır. Bu duruma göre, ABD yüksek faiz politikasını bırakmış, Japonya da iç piyasada harcamalarını genişletici politikalar uygulamayı kabul etmiştir.
Plaza Anlaşması’ndan sonra dolar, döviz piyasalarında inişe geçmiş ve bir süre sonra da belli bir istikrara kavuşmuştur. Bugün itibariyle uluslar arası borsalardaki gelişmelere bağlı olarak doların değeri değişmektedir. Ancak çeşitli piyasalarda doların değerinde ortaya çıkan ani iniş ve çıkışlar çoğunlukla ilgili yabancı ülke merkez bankaları tarafından piyasaya yapılan müdahaleler ile önlenmeye çalışılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder